Don Quijote edebiyat tarihinin önemli eserlerindendir, modern anlamda ilk roman örneklerinden. Yazıldığı günden bugüne gündemden düşmeyen, İspanya’nın simgesel değerlerinden bu eser, şimdi farklı bir nedenle tartışma konusu. Andrés Trapiello on dört yıl çalışarak, eserin asıl yapısında herhangi bir ekleme çıkarma yapmadan romanı günümüz İspanyolcasına uyarlamış ve tartışmalar başlamış. İspanyol akademisyenler, uyarlamanın aslından daha çok satın alınıp okunmasını tehlikeli bulurken, Trapiello amacının “Kitabı okumayan ya da kitap zor okunduğu için onu okumaktan defalarca vazgeçmiş çok fazla insan var. Günümüzde anlaşılmayan bir dilde okumaları gerekiyor. Okulda zorla okutuyorlar ve pek çok kişinin buna dair kötü anıları var” diyerek kitabın daha fazla okunması olduğunu bir röportajda ifade etmiş. Bir başka İspanyol yazar Alberto Manguel ise durumu “entelektüel tembellik” olarak nitelemiş. Uyarlamanın sahibi Trapiello ise diğer dillerde kitabın çevirilerinin rahatça okunurken, İspanyolcada kitabın orijinalinin yarısının dahi açıklama olmadan anlaşılamamasının paradoks olduğunu vurguluyor.
İspanya’da tartışmalar devam ede dursun, ülkemizde de benzer konular sık sık gündeme gelmiş. Cervantes kitabını 17. yüzyılda kaleme aldığı için aradan geçen dört asır sonrası İspanyol dilindeki değişim doğal karşılanabilir. Bizde ise Osmanlı dönemindeki Farsça ve Arapçadan gelen kelimelerle kalabalıklaşan ve zorlaşan Osmanlı Türkçesi çok kısa bir sürede aşılmaya çalışılmış. Alfabe değişikliği, Türkçeleşme, Öztürkçeleştirme gibi Türk Dil Kurumu’nun doğrudan müdahaleleri ve zamanın seyriyle birlikte 60-70 yıl önceki eserleri dahi anlayabilmek bazılarımız için fazlasıyla güç. Önceki dönemlerde kaleme alınan metinlerde kullanılan dil ile bugünün konuşma dili arasında muazzam bir fark mevcut. Haliyle Tanpınar’ın 1949 yılında basılan kitabı Huzur’u okurken bile zorluk yaşayanlarımız var.
Yakın tarihimizden, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden isimlerin kitapları dahi sonraki nesiller tarafından okunamayınca, sadeleştirme bizde de başvurulan önemli yollardan biri olmuş. Sadeleştirme denince akla gelen ilk isim kuşkusuz: Halit Ziya Uşaklıgil. Yazar kendi eserlerini sonradan yine kendisi sadeleştirmiş. Şair Ercümend Behzad Lav ve Celal Sılay, kendi şiirlerinde birçok kelimeyi Türkçeleştirmişler. Refik Halid Karay’ın kitaplarında ise sadeleştirmeleri yazarın oğlu Ender Karay yapmış. Sonraki yıllarda bir dergiye verdiği röportajda Karay pişmanlığını belirtirken, 1980’lerde cereyan eden Türkçeleştirme hareketleri yüzünden böyle bir işe kalkıştığını ifade etmiş. Ayrıca yayınevlerinin de doğrudan müdahalelerde bulunduğu olmuş, ilk göze çarpan uygulama Alkım Yayıncılık’ın Peyami Safa eserlerini basmaya başlamasıyla ortaya çıkmış. Yazarın eserlerini yıllardır basan Ötüken Neşriyat orijinal metinde herhangi bir değişikliğe gitmezken, Alkım 2004’te Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu sadeleştirerek yayımlamış.
Sadeleştirme meselesi gündeme geldiği her zaman yoğun tartışmalara yol açmış. Yine 2002’de bizzat Milli Eğitim Bakanlığının bazı klasik eserleri “öztürkçeleştirerek” yayımlayacağını açıklamasıyla fikir ayrılıkları ortaya çıkmış. Şair Attila İlhan, sadeleştirmeye tamamen karşı çıkarken yapılması gerekenin eserler üzerinde tahribata girmek değil, lisede Osmanlı Türkçesi dersleri verilmesi olduğunu söylemiş. Yazar Selim İleri ise bu çalışmayı genç nesillerin okuması için olumlu bulurken, sadeleştirmeyi işinin ehli, söz konusu eserleri seven anlayan kimselerin yapması gerektiğini vurgulamış. Ayşe Kulin ise eserlerde anlamı bilinmeyen kelimelerin parantez içinde açıklanmasını önemli olduğunu söylemiş. Şair Lale Müldür de aynı düşünceyi desteklemiş. Buna halihazırda bir örnek verirsek: Yapı Kredi ve Can Yayınları okunması zor olan metinlerde bazı kelimeler için dipnot düşüp, anlamlarını ekliyorlar. Sabahattin Ali’nin ve Halide Edip’in yapıtlarının günümüz baskılarında da bu durum fark edilecektir.
Sadeleştirmenin gerekliliği kabul edilse bile alanında uzman kişiler dönemin şartlarını dikkate alarak çalışma yürütmezlerse, ortaya trajikomik ürünler çıkabiliyor. Namık Kemal’in İntibah romanında ‘her şey roman kahramanının gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti’ gibi bir cümle fark edilmiş, sinemanın olmadığı bir devirden bahsediyoruz. Daha ilginç bir tutuma İnkılap Yayınları’nın Akşam Güneşi baskılarında rastlanılmış, Reşat Nuri’nin romanı sadeleştirilirken bazı cümleler kısaltılıp eski baskılarda olmayan cümleler eklenmiş. Yazarın ölümünden 70 yıl sonra anonimleşen eserlerde, yayınevlerinin daha rahat bir şekilde özensiz sadeleştirmelere gittiği belirtiliyor.
Tartışmanın nedeni ortadan kalkmayacağı, yani bahsi geçen kitapların yazım dili ile konuşulan dil arasındaki farklılıklar değişmeyeceği için bu konu hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyeceğe benzer. Ancak seçim hakkı sunulduğu müddetçe, en doğru kararın yine okur tarafından verileceğini belirtmekte yarar var. Şahsen, güzel bir kitap okuyup, onun ahenginde ilerlerken, ayrıca yeni kelimeler öğrenme imkanı tanıdığı için dipnotla açıklama düşülen baskıları tercih ederim.
Yararlanılan Kaynaklar:
Metin Rudar, Yenilenen Don Quijote, Notos, 54. sayı, Ekim-Kasım, 2015.
Kadir Filiz, Türk Edebiyatında Metin Darbeleri, Aksiyon, 681.sayı, 24 Aralık 2007.
Mehmet Kenan Kaya, “Ne Olacak bu Türkçenin Hali?”, http://www.milliyet.com.tr/2002/03/03/pazar/paz03.html
Doğan Hızlan, Romancı Halid Ziya Uşaklıgil sadeleştirme için ne diyor?, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=56599