Ayvalık’ta Gün Batımı, 17 Ağustos

Stajım sebebiyle, yaz tatilinde uzunca bir süre kaldığımız ve bu süre zarfında ona olan sevgimin daha da derinleştiği; sabahı akşamı, ilkbaharı sonbaharı, yazı kışı ayrı güzel İstanbul’a veda vaktiydi 16 Ağustos Pazartesi günü. Sıcacık muhabbetlerimiz, staj sonrası üzerimdeki tatlı yorgunluk ve bir sonraki sabahın heyecanı ile bağdaştırmıştım bu evi. Beş sene sonra ilk kez Pati de bizimle şehir dışına çıkmıştı. Tam kadro oradaydık :). Ardımızda kalbimizin bir parçasını bırakmak zorunda kalmadığımız için minnettardım. 15 Ağustos gecesi, aşı olmanın verdiği hafif halsizlik ile yatağımda, duvarı boydan boya kaplayıp şahane bir manzara sunan camdan dışarı bakıyor ve anı hafızama kaydetmeye çalışıyordum. Bir daha oradan şehri ve gölü izlerken aynı Beyza olamayacaktım, biliyordum. Heyecanlarım, umutlarım ve gönlüm şimdikinden farklı frekansta şarkılar söyleyecekti. Ancak bu yazın adeta benim için sloganı haline gelen ve stajımın son günü ofisteki masama dahi bıraktığım sevgili İranlı yazar Furuğ Ferruhzad’ın sözü; senfoni orkestralarındaki ince ve zarif tınıların arasından kulağımıza dolan yüksek desibelli tok sesler gibi zihnimdeki ince hüznü baskılıyordu: “Kuş ölür sen uçuşu hatırla.” İstanbul’da, 31-16 Ağustos tarihleri arasında uçurduğumuz kuş belki ölecekti ama uçuşu sırasındaki anılar ruhumuzu süslemekten hiçbir zaman vazgeçmeyecekti. İstanbul’un bana hediye ettiği deneyimlerden bir diğer yazımda bahsetmeyi ümit ederek bana bu deneyimleri kazandıran değerli bireylere* de teşekkürü borç biliyorum.

Her zamanki gibi ben, kardeşim ve Pati hiç uyumayan şehre inat son gecemizde de derin bir uyku çekmiştik. Bir sonraki sabah ise yola çıkacak olmanın ve ‘evi temiz bırakalım’ endişesinin yüksek gerilimiyle yorucu olmuştu. Hazırlıkları tamamladığımızda Pati’yi çantasına koyup Ayvalık’a doğru yola çıkacaktık. Benim için birçok güzelliğin sembolü olarak zihnime kilitlenmiş evden ayrılmadan önce, ruhumdan bir parça bıraktım oraya. Yine anımsamıştım ki her yazın bir hazanı, bir yaprak döküşü vardı.

Güzeller güzeli kedimizin hem sıcaktan hem de yolculuk endişesinden kaynaklı huzursuzluğundan yol, göreceli olarak uzun sürmüştü. Belki de yaz hazanımın hüznü benim ruhumu sarmıştı. Virgina Woolf’un Orlando adlı kitabındaki tespiti bir kez daha yokladı beni: Zihindeki ile gerçek hayattaki zaman kavramı arasındaki ilişki araştırılmaya değerdir. Ayvalık’a ulaştığımızda akşam telaşı başlamış, deniz dinlenmeye çekilmişti. Muhtemelen, kuşlar minik gözleriyle kumların arasından insanlardan artakalan kırıntıları özenle seçip midelerine indiriyordu. Otellerin restoranlarından, evlerin pencerelerinden çatal bıçak sesleri meltemin yumuşak serinliği ile yokluyordu kulaklarımızı. Yolculuğun hafif yorgunluğu ile arabadan inip kumsalın karşısındaki çarşıda yürürken kitap pazarında; çıktığı günden bu yana Ayşe Kulin’in, gönlümden okumayı geçirdiğim Hazan adlı kitabı bana hoşgeldin hediyesi gibi duruyordu! Kanadı Kırık Kuşlar romanı ile tanıdığım ve derin bir hayranlık duymaya başladığım Ayşe Kulin’in Füreya adlı eseri ile ilgiliydi ilk gazete yazım: “Tutkunun Kadını: Füreya Koral”. Kitabımı henüz, yine Ayvalık’ta bitirmişken, sahilde güneşin denizle kavuşması sırasında tutku ile içine hapsolduğum atmosferde annemin bana, bahsettiğim kitapçıdan aldığı “Nefesi Tutku Olan Kadın Afife Jale” adlı eser ile de tanışmıştım ve şimdi, Hazan! Ayşe Kulin’i öylesine seviyordum ki sırada bekleyen birçok kitabıma rağmen onu alıp dakikalar içinde okumaya başladım. Kulağıma gelen sesler yavaşça azaldı. Benim hazanım Ayşe Kulin’in Hazan’ı ile hemhal olmaya başlıyordu. Artık yalnızca meltem değil, bu dostluk da ruhuma inceden işliyordu.

Veda, Umut, Hayat, Hüzün ve Hayal adındaki eserleri içeren otobiyografik serinin son kitabıydı Hazan. Ayşe Kulin, ömrünün sonbaharında olduğu düşüncesiyle kaleme almıştı onu. Ben ise yalnızca kendi ömrümüzün değil her anımızın bir hazan dönemine sahip olduğunu düşünür dururdum. Saniyeler, dakikalar ya da saatler içine sığdırılmış her sürecin bir hayat bir de hazan dönemi vardı fikrimce. Varoluş ve yok oluş; zihnimizde uçurumlar yaratan imgelerine karşın, hakikatte sanki birbirinden doğan ve birbirini besleyen iki olguydu. İstanbul’daki anlarımın hazanında, tıpkı bu kitabın yenilerine hayat olması gibi… Birlikte deniz havası solumuştuk. Birlikte uyumuştuk. Gittiğim her yere onu da götürmüş, kahvemi yudumlarken ruhuma en iyi gelen arkadaşım olmasına tanık olmuştum. Ve bugün, ilk kez tek başıma (!) piknik yapmaya karar verirken de herhalde ona güveniyordum.

Kitap, Ayşe Kulin’in yüzlerce başarısından ve anısından sadece bazılarını içermesine rağmen beni mest etmişti. Bir gün ben de bu kadar çağdaş, açık fikirli, sevgili, saygılı ve başarılı bir kadın olabilecek miydim? Kendisinin güzel anılarına kelimelerin merceğinden şahit olurken hayatını paha biçilmez güzellikler ile dokuduğu fikrine varmıştım her başarısının ardındaki alın terine samimiyetle şahit olurken. Zihnimde bir ömrün ne kadar verimli geçirilebileceğine dair sınırlar fazlasıyla genişlemişti. Bunun, bir kadının hayat hikâyesinin, yalnızca sonbaharında ele aldıklarına şahit olarak yaşanması ise eşsizdi! Aldığı ödüller, yapmış olduğu konuşmalar, kaleme aldığı eserler ile bir amaç uğruna savaşmıştı Ayşe Kulin: uygar bir kadın olmak. Kitabımın son cümlesini okurken Villa Borghese, MAXXI Müzesi, 500. Yıl Vakfı, Yollarda Projesi, Albert Eckstein, Louis de Bernier, Adonis, Tuluğ Tırpan, Su Güneş Mıhladız, dünyaca tanınan Türk piyano ikilisi Süher ve Güher kardeşler,  Bosna Hersek Katliamı’nı ele alan Sevdalinka, Nazi baskısından kaçan Alman bilim insanlarını konu eden Nefes Nefese eserleri ve daha nicesi en değerli entelektüel armağanlar olarak zihnimi ve gönlümü süsleyeceği için kendisine derinden sevgimi ve saygımı sunuyorum. Bir ismim de Ayşe olduğu için minnet duyuyorum :).

Yazımı noktalarken kitapta Ayşe Kulin’in yer verdiği alıntıyı paylaşmak istiyorum:

… kasım ayında bize yemekte turp vermişlerdi. Hücre arkadaşım turpu karton bir bardağa koyup çürümeye bıraktı. Şimdi ondan yeşil bir filiz çıkmaya başladı, büyüdü, büyüdü, filizin ucundan küçük beyaz çiçekler açtı. Turp ölüyor aynı zamanda canlanıyor. Kendi yok oluşundan çiçekler yaratıyor, ölürken geleceğe uzanıyor.

Bir turptan daha umutsuz olmayacağız, değil mi?” (Ahmet Altan)

Hazan ve hayat birlikteliğini bir kez daha anımsıyor, yaz arkadaşım Hazan’a veda ederken yazımı okuduğunuz için sizlere de teşekkür ediyorum :). Ne kadar sürerse sürsün her yazın bir hazanının; her hazanın bir hayatının olduğu umudunu kaybetmememiz dileği ile…

*Deniz ablacığım, Kübra Hanım, Rumeysa Hanım, Damla Hanım, Can abiciğim, Hülya, Batuhan, Rabia Hanım, Merve Hanım, Aylin Hanım, Tevfik Abi, Gözde Hanım, Burcu Hanım, Selin Hanım, Aslan, Deniz Abi, Doğukan, Zehra Hanım’a ve stajda birlikte çalışma fırsatım olan herkese sevgiler :).

10 Eylül 2021

01.19

Leave a Reply