Türkiye’ye Yolu Düşmüş Yazarlar: Bir Oryantalizm ve Kapsayıcılık Anlatısı

“Türkiye hayatımı kurtardı” diyor siyah edebiyatından bahis açılınca dünyanın her yanında akıllara gelen ilk isim olan James Baldwin. 1924’de Harlem’de doğmuş bir siyahinin yolu neden ve nasıl İstanbul’a düşmüş, edebiyat tarihinin bu özel köşe taşının kitaplarında 10 yıllık Türkiye macerasının ne gibi etkileri olmuş? Sadece onu değil; Jacques Derrida’dan Umberto Eco’ya, Gustave Flaubert’ten Ernest Hemingway’a Türkiye’ye gelen yazarları buralara getiren şeyin peşine düşeceğiz bu yazıda.

“Türklerden Kaçın”dan “Tembel Türk”e Batılının Gözünde Osmanlı

Genel manasıyla meraklı milletler olarak görebileceğimiz Avrupalılar; 17. yy.dan itibaren kendi ülkeleri dışındaki yerleri gezmeyi, sadece gezmeyi değil, etnolojik, ekonomik, coğrafi yönlerini öğrenmeyi de ihmal etmemişlerdir. Hatta öyledir ki 1850’lere geldiğimizde Almanların elinde Osmanlı’nın elinde olanlardan daha ayrıntılı haritalar bulunur. Bu süreçte elçiler ve meraklı bilim insanlarının haricinde yazarlar da Doğu seyahatlerinin bir parçası olarak Osmanlı topraklarını ziyaret etmişlerdir.

Edward Said’in de teorize ettiği üzere, Batı için Doğu her zaman tembellik, hantallık ve keyifle ilişkilendirilmiştir. Hiç görmedikleri Doğu’nun temasını taşıyan salonlarda oturmak, “Türk” gibi giyinmek ve kahve-tütün ikilisinin kıskacına düşmek dönemin Avrupa’sının modalarından biridir aynı zamanda. Ancak Batılılar zaman içerisinde Osmanlı topraklarına yaptıkları ziyaretlerde özellikle de Anadolu’daki sefaletle, tebaanın günlük yaşantısının hiç de hayallerindeki gibi olmadığını anlayacak ve uydurma hikayeleri “harem” ve “saray” çevresine indirgeyecektir. Harem, adı da üstünde mahrem bir yer olarak, içeride neler olduğunu tam bir kesinlikle anlayamayacağımız ama Batılının zihnindeki gibi yüzlerce güzel kadının adamın birine şarkılar türküler söyleyip hizmet ettiği bir hamam olmadığına emin olduğumuz bir yer. Ancak bilhassa 19.yy boyunca özellikle Fransız ressamlar asla göremedikleri bu ortamı çizmekten bir adım dahi geri durmuyor, seyyahlar da bu keyif hikayeleriyle bugün dahi akıllardan çıkmayan tembel ve keyfine düşkün Türk imajını sağlamlaştırıyordu.

Giulio Rosati’nin Yeni Gelenlerin Denetimi tablosu. Bu tablo hareme yeni getirilen köle kadınların denetimini konu almasıyla önemli bir oryantalist örnektir ve komiktir çünkü hiçbir hareme padişah ve hadım ağaları dışında erkeğin girdiği görülmemiştir.

Bu vesileyle birkaç yüzyıl öncesine kadar cesareti ve atılganlığıyla korku salan Türk, kaçılması gereken değil aksine gafil avlanması gereken bir aptal imajına indirgenmişti. Ünlü iktisat tarihçisi Alan Meikins Wood’a göre, 17.yy.dan itibaren Batılı devletler bu tarz imaj çalışmalarını kendi kolonizasyon arzularına hukuki dayanak olarak kullanmış, verimli kullanılmayan toprakların kullanılmamış sayılacağını iddia etmişlerdir.

Hukuk dersleriyle haşır neşir olanlar bilir ki Batılı mülkiyet anlayışı “kullanma”, “tasarruf” ve “ürünlerinden faydalanma” haklarının bir birleşimidir; bu sayede bu haklardan herhangi birini efektif olarak kullanmayan kişinin mülkiyet hakkı sorgulanabiliyordu. Avrupa hariç tüm Dünya kolonize edilirken de Osmanlıların artık bu toprakları kullanamadıkları algısını oluşturmak uzun sürmüş, Türklerin güçten düştüğü gerçeği pek geç kabul edilebilmiştir. Meşhur “Şark Meselesi” de bu amacın ve arzunun nihayetidir, Doğu çözülmesi gereken bir problemdir ve bu problem ancak ve ancak Batılı yollarla çözülebilir. Çözülmesi gereken şey, kapitalist-kolonist çözümler olmadan onlarca milletin bir arada yaşayabilmesidir belki de özünde.

Seyyahlar Çağından Yazarlar Çağına

Oryantalist bakışın yarattığı bu heyecana pek çok yazar da kapılmış, Doğu’nun mistik güzelliğini görmek için yollara düşmüştü. Bu yazar-seyyahlardan biri olarak, Madam Bovary eseriyle tanıdığımız, Gustave Flaubert de Osmanlı’ya bu tarz “otantik” umutlarla gelenlerden biriydi ancak günlüklerinde not ettiği kadarıyla bu beklentisi suya düşmüştü. Osmanlı erkeklerini egzotik kaftanlarını ve cübbelerini bırakıp takımlar giymeye başladıkları için eleştiriyor, bu şekilde orijinalliklerini kaybettiklerini savunuyordu. Hatta günlüklerin bir noktasında yazdığı şu satırlar sadece o güne değil, bugüne dahi ışık tutuyor: “Mevlevihane’den çıkıp operaya gidilen tuhaf bir kent burası, iki dünya hâlâ neredeyse iç içe…”

1860’lar İstanbulunun renklendirilmiş bir fotoğrafı. Galata’dan Topkapı’ya bakış.

Bu ziyaretin üzerinden pek vakit geçmeden, 1867’de bu sefer Mark Twain Kudüs’e yaptığı bir hac yolculuğunda yol üstünde İstanbul’a uğramıştı. Mark Twain Flaubert’in yaşadığı düş kırıklığını daha da derinden yaşamış göründüğü kadarıyla. Gemiden inene kadar dünyanın en güzel şehri olduğunu düşündüğü İstanbul’da kısa bir Kapalı Çarşı gezisinin ardından şu sözleri defterine not etmiş: “İstanbul’da bir sokak, insanın görmesi gereken bir yer, ancak sadece bir kez. Kıyıya doğru yola çıkışınızdan geri dönüşünüze kadar geçen zaman içinde nefret ediyorsunuz bu şehirden. Kara uçsuz bucaksız bir sirkti. Daracık sokakları, arı kovanlarından daha kalabalıktı.” Twain bu notlar içerisinde Doğu’yu ve özellikle İstanbul’u bilhassa da hamamları olduğundan çok farklı ve otantik anlatan seyyahlara bir çift söz söylemekten de geri durmamış: “Doğu’yu anlatan gezi kitaplarıyla aldatıldığımı düşündükçe sabah kahvaltısında bir seyyahı yiyesim geliyor.”

Düş Kırıklıkları ve Oryantalizmin Vaatleri

İstanbul’a yolu düşen bir diğer yazar da Sherlock Holmes’la tanıdığımız (ve daha önce futbol tutkunu yazarlar arasında da andığımız) Arthur Canon Doyle’dur. Doyle’un İstanbul’a gelmesini ilginç kılan ise Sultan Abdülhamid’in kendisine olan hayranlığıdır. Abdülhamid uyumadan önce yaverine kitaplar okuturmuş, bazen kitabın bölündüğü yerin heyecanından uykuları dahi kaçarmış. Sherlock Holmes serisinin ilk kitabını okuyan Sultan, kitabı kendisine getiren İzmir valisinden serinin devamını da istemiştir. Doyle da Abdülhamid’in kendisine olan sevgisinden haberdardı, hatta Doyle’un anlattığına göre İstanbul’a geldiğinde Abdülhamid kendisiyle görüşmek de istemiş ancak Ramazan dolayısıyla görüşememişti. Ancak yaveriyle Doyle’a bir şefkat nişanı göndermeyi de eksik etmemişti. Bu konuyla alakalı başka iddialar da var aslında, İngilizlerin İstanbul’daki filosunu yöneten Amiral Sir Henry F. Woods kendisinin de bu görüşmede bulunduğunu iddia etmiş, Abdülhamid’in Hamidiye Nişanı’nı kendi elleriyle Doyle’a takdim ettiğini söylemiştir. Hatta Yervant Odyan bu konuda bir de kurgusal eseri daha Abdülhamid hayatteyken ancak tahttan düşmüşken yazmıştır. Bu konuda güvenilir kaynağın Doyle olduğuna inanıyorum. Ayrıca Abdülhamid’in sevdiği bir diğer yazarın da Jules Verne olduğunu bilsek de kendisinin Yunan isyanlarına verdiği yoğun destek haberdar olmaması da pek mümkün görünmüyor.

Pierre Loti şark odasında, “Türk” kıyafetleri içerisinde. Oda açıkça Batılı turistlerin doğu algısını tatmin etmek için dizayn edilmiş.

İstanbul ve yabancı yazar deyince hepimizin aklına gelen isim tabi ki Pierre Loti. Loti yukarıda bahsettiğimiz oryantalist tutumu en yüksek dozlarda yaşayan isimlerden. İstanbul’a sık sık gelen Loti, Aziyade kitabında da Osmanlı’yı egzotik ve mistik bir aşk diyarı olarak görmekten geri durmamıştır. Hatta 1911 dönemininin ana düşünce direği olan İttihatçılarla Osmanlının modernleşmemesi gerektiği ve kendi kimliğini koruması gerektiğine dair sıkı tartışmalara da girmiştir. Onun bu gülünç oryantalist kimliği dönemin ümmetçi, liberal, milliyetçi tüm aydınlarında bir konsensus yaratmış, her biri Loti’yi yoğun şekilde eleştirmiştir. Aslında Loti gibilerin bakışının yansımalarını dönemin önemli eseri Felatun Bey ve Rakım Efendi kitabında da tentkit edildiğini biliyoruz. Loti düşünceleri pek sevilen bir isim olmasa da Türk kapsayıcılığından payını almış, ismi bir tepeye dahi verilmiştir.

İki dünya savaşı ve arasındaki dönemde birçok meşhur yazarın savaş muhabirliği yaptığı bilinen bir gerçek. Jack London bunlardan biri, onun gibi, Silahlara Veda kitabıyla büyük bir üne kavuşan, Ernest Hemingway de yazarlık kariyerine savaşlardan haberler yazarak başlamıştır. 1922 yılında Kurtuluş Savaşı sürecini yakından takip etmek isteyen Hemingway, 5 günlük bir tren yolculuğu sonucunda İstanbul’a inmiş ve çeşitli yazılar yazmıştır. Bu yazılar genellikle politik havadisleri aktarmakla kalsa da, İstanbul’a ve onun ihtişam ve kaosla karışık yapısına da değinir. Ayrıca Hemingway Yunanların Anadolu yakarak çekildiklerini ve mübadelede tarihte ilk defa zalimlerin zulüm edilen toprakları terk etmek zorunda kaldıklarından bahsederek objektif bir gazeteci profili çizmiştir. Ancak Kurtuluş Savaşına da biraz şüpheli bakmaktadır. Aradan geçen 20 yıldan sonra İstanbul günleri Ernest için Klimanjaro’nun Karları kitabında iki öyküye de kaynaklık edecektir. Genç bir yazar olarak savaşı ve toplumla ilişkisini burada öğrendiği çok açık. İstanbul’a dair ilk izleniminde şu sözleri not ettiğini de çeşitli yerlerde gördüm: “İstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse bilmiyor. Şimdiye kadar sayım yapılmamış. 1.5 milyon insanın yaşadığı sanılıyor. Yağmur yağmadığı zaman o kadar toz oluyor ki, köpeklerin ayaklarından sanki havaya toz bulutu yükseliyor. İnsanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyor ve rüzgâr esti mi, arada bulut oluşuyor.”

İstanbul Yeni Dünya’da Nerede Durmaktadır?

20. yy.ın ortalarından itibaren küreselleşmenin de etkisiyle başka kültürlere nefret ve şüpheciliğin yerine, kapsayıcılık bir motto olmuştur. Ancak Türklerin böyle bir problemi olmadığı daha en başından görünüyor. Mishal, daha 1950’lerde bile Çin’e yabancı bir yazarın gelmesi bir de gördüklerini not etmesi akıllara durgunluk veren bir olay olarak karşılanıyor. Hatta bir dönem İngilizler Çin’in kaynaklarını daha rahat sömürmek için demiryolu yatırımları yaparken, Çinliler yabancılar topraklarımızı görecek korkusundan tren raylarını sökmüşler. Çin’e dair en önemli seyahatnamelerden biri olan Marco Polo seyahatnamesinin bugün Adana’ya bağlı bir liman kasabası olan Ayas(Yumurtalık)’tan başlamasının da bir anlamı var elbette. Gezinin Anadolu-İslam coğrafyası gerçeğe çok yakın bilgiler içerirken, Çin’e doğru uydurma bilgi oranının da arttığını biliyoruz. Çin’de dönemin halkı tren rayı sökerken, Adana’ya demiryolu yapımı için gelen Franszıların getirdiği “anarya” yani geri geri gelmek sözcüğünün hala kullanılması, şehrin merkezindeki lüks bir mağaza olan Orosdi-Back’in isminin bugün Horozdibek ismiyle yaşamasından da anlaşılıyor. Velhasıl dönemin Osmanlı toplumunun dünyanın çok yakında tanıştığı kozmopolit kültürle çok çok eski dönemlerde benimsediğini eklemek ve aşağıdaki yazarların biraz da “Türklerle barışmak” uğruna hareket ettiğini görmek lazım.

Bugün bir semt adı olarak (Horozdibek) yaşayan Fransız lüks giyim mağazası Orosdi-Back’in Adana şubesinin renklendirilmiş fotoğrafı. Mağaza o günlerde Dr. Roland Caddesi, bugün ise Alidede semtinde yer almaktadır

“İstanbul, dünyada gördüğüm en güzel dört şehirden biri. Roma, Rio de Janerio, New York ve İstanbul. Bu dört şehre derin entelektüel duygular besliyorum.” İstanbul’u övenlerden biri de İtalyan yazar ve filozof Umberto Eco. Gülün Adı kitabıyla dünya çapında üne kavuşan Eco, İstanbul’a bir imza günü için geldiğinde Türklerin kucaklayıcılığına değinmekle beraber çağdaşı Jacques Derrida’nın da İstanbul Mektubunda değindiği bazı tespitleri yapmıştır. “Sanki devamlı bölünmüş olmaya mahkûm edilmiş, nereye gitmesi gerektiğini hiçbir zaman bilemeyen bir ülke gibi…” Derrida ise aynı noktada
durmakla beraber bu bölünmenin sebebini hızlı modernleşme ve dil devrimi olarak tespit etmiştir. Toplumların kollektif hafızasında dilde yaşanan reformların ve alfabetik devrimlerin kopmalara neden olduğunu iddia eden Fransız filozof, İstanbul’a dair yorumlarında ketum kalmıştır. Ancak Zeynep Direk’in Derrida İstanbul’da kitabı onun perspektifini Türkiye’ye dair konulara taşımakta başarılı duruyor.

James Baldwin ve Yaşar Kemal buluşmasından bir kare.

Başta sorduğumuz soruya, attığımız oltaya yani, geri dönersek. James Baldwin’in hayatı Türkiye’yle nasıl değişmişti? Baldwin bu sorun yumağı ülkede çözülebilecek kadar önemsiz sorunlarla mı boğuşuyordu? Aslında hayır, Baldwin ırkçılığın ve ayrımcılığın zirvede olduğu bir ortamda siyahi ve eşcinsel kimliğini yansıttığı kitaplarıyla Amerika’da kendini boğulmuş hissediyordu. Giovanni’nin Odası isimli efsane romanının ardından ünü artan Baldwin nefes alma ihtiyacı duymuş; Amerika’da tanıştığı Türk tiyatrocu Engin Cezzar’ın daveti üzerine geldiği İstanbul’da uzunca bir süre geçirmişti. (İkisinin mektuplarından oluşan Dost Mektupları kitabı da basıldı bu arada.) Türk edebiyat çevresi bu neşeli adamı hızlıca sahiplenmiş, Baldwin adeta buradan biri olmuştu. Atilla İlhan, Ahmet Hamdi Tanpınar Baldwin’le tanışanlardan. Türkiye’den önce İsrail’i de ziyaret eden Baldwin Kudüs’te her yere çekilen çitleri samimiyetsiz bulmuş ve İstanbul’da daha samimi hissettiğini söylemişti. Baldwin yaşadığı edebi durgunluğu da İstanbul’da üstünden atmış, Bir Başka Ülke‘yi burada yazmıştı. Onu Türkiye’ye tutkulu kılan şey Türklerde sistematik ırkçılığın zerresinin bile bulunmaması olmuştu; ama Kürt meselesinde biraz biraz eleştirileri vardı.

Baldwin, Cezzar ve Sururi el ele, İstanbul gezisinde.

Bu döneme dair en komik, biraz da ırkçı, anı da Ahmet Hamdi Tanpınar’dan geliyor: “Atilla beni burada bir zenci romancı ile – Baldwin, bilmem neyin Baldwin’i – tanıştırdı. Bir romanını almış henüz okuyamamıştım. Benim tuhaf huylarımı bilirsiniz; öyle zenci, Çinli filândan pek hoşlanmam. Bana hilkatin acayiplikleri gibi gelir. Ben âri ırktanım. Buna rağmen oğlan müthiş sevimli. Ecinni gibi bir şey. Gayet tatlı el işaretleri var. Bu işaretler ve güzel gözleriyle yamyam dişlerini unutturuyor. Yakında, galiba gelecek hafta İstanbul’a geliyor. New York’ta bir piyesinde oynayan aktörümüze misafir olarak. Herhâlde tanıyacaksınız. Pek şeker şey.”

Kucak Açan Bir Millet ve Değişenler

Günün sonunda, Türkiye ister gizemli doğu ister modernleşmeye çalışan bir ülke olarak misafir zihinlere kucak açan, minik de olsa izler bırakan bir yer olmuştur. Burada ismini andıklarımız biraz meşhurca biraz da hakkında çok kaynak olan isimler. Yoksa İstanbul dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri olarak daha birçok isme ev sahibi olmuştur pek tabi.

Yazının sonuna bir temenni bırakmak lazım bence. Burada bin yılını deviren bir kültürün son ayağı olarak Türkiye ve Türk toplumu; misafirperverliğin yerini soğuk suratlılığa, orijinalliğin yerini de ithalleşmeyle dejenereleşmiş bir tekdüzeliğe kaptırmış durumda. Dünyanın en önemli kültür havzalarından birine konumlanmış Türkiye artık yerelliği de siyasileşmiş, günümüzde artık geleceği dahi sorgulanan küreselleşmeye dörtnala koşan bir çizgide. Tüm tarihi şehirlerin birbirini kopyaladığı, turisti tabiri caizse yolunacak kaz olarak bir Türkiye’nin bugününde dünyaya olsa olsa kötü deneyimler kalacaktır diye düşünüyorum. Kültür turizminin yıkıcı yapısını daha sonra konuşmayı planlasam da güzel bir turistik deneyim sunmanın vatandaşlarını “yerel”, tarihi eserlerini “kelepir” göstermekten; her şehre şemsiyeli sokaklar ve yöresel ürün heykelleri kondurmaktan geçmediği kanaatindeyim.

Leave a Reply