”Eğer farklı olabilseydik kıskanabilir, sinirlenebilir, kırılabilir, nefret tarafından tüketilebilirdik.”

Hayatta bizi biz yapan pek çok şey vardır. İyisiyle kötüsüyle, işlevlisiyle işlevsiziyle, bunlar bir şekilde insan olabilmemize katkıda bulunan şeylerdir. Farklılıklarımız da aslında, ilk bakışta bizi biz yapanlar arasında kötü kategorisine koyduğumuz bir faktör. Farklı olanı öteleyen ve yargılayan tutumumuz, aynılaşmayı ve basmakalıplaşmayı telkin eden toplumumuz sayesinde bu bakış açısına eriştik. Aslında hepimiz biliyoruz ki biz farklılıklarımızla insanız. Kıskanmak, kırılmak yahut herhangi bir şeye karşı nefret duymak da insan olmanın bir parçası. Öte yandan acı ile yoğrulan bir hayat olduğunu biliyoruz yaşadığımız şeyin. Acının; bizi biz yapan şeyler yapbozundaki azımsanamayacak kadar mühim ve büyük yerini buluyor, usulca yerleştiriyoruz kocaman parçayı diğer parçalar arasına. Yaşamın çekilen acılarla anlamlandığını deneyimliyoruz her yıkılışımızda. Mutluluğa daha çok değer vermeye başlıyor, acılara yeni ve derin anlamlar yüklüyoruz insan olmanın getirdiği sonsuz umut ışığıyla.

‘’Yankıların, kederin, bizi biz yapan fısıltıların uzağında…’’

The Giver, belki de bana en çok kendimi, insanlığımı hatırlatan distopya. İyi ve kötü tüm hislerin alındığı, sadece ‘’doğru’’ olanın kaldığı bir dünyada yaşatılıyor insanlar yaratılan dünyada. Yaşatılıyor diyorum, zira insanların hiçbir söz hakkı yok, sadece kurallara uyma zorunluluğu var; ve tüm hislerinden arındıkları için bu zorunluluğa bile baş kaldırmıyorlar. Aşk, nefret, hırs… Bütün hislerin terk ettiği bu diyarda, seçim şansı bırakılmamış bir çarkı döndürüyor tüm insanlık.

‘’İnsanlara seçme özgürlüğü verildiğinde yanlışı seçiyorlar.’’

Birini elini tutabilmek, bir duvarı mora boyayabilmek, hangi enstrümanı çalmak istediğine karar vermek, yahut güneşin doğuşunu yüksek bir tepeden izleyebilmek… Bunların hepsi hayatımıza serpiştirilmiş seçimlerimizdir. Bir şeyi seçme özgürlüğü; ona en büyük anlamını veren şeydir. Peki ya renklerin ve notaların bizden çalındığı, birinin elini tutabilmenin ve güneşin doğuşu sırasında bir tepede oturuyor olmanın yasaklandığı bir dünya? Ortada sonsuz sayıda renkten bir tanesi dahi yoksa, seçim yapmanın bir anlamı kalır mı? Notalar birer birer karanlık bir kuyuya düşmüşse piyanonun tuşlarından, enstrümanlar bir şey ifade ederler mi? İtaat, hatta itaat etmeye bile itaat, hangi insanın ruhuna uygun? The Giver’da yaşatılan dünya bundan ibaret. Doğru ve en zararsız olanı, iyisiyle kötüsüyle insan olmaya tercih edenlerin dünyası. İnsanı koruyabilmek adına insandan insanlığını çalanların dünyası. Fakat başta da belirttiğim gibi, iyisi ve kötüsüyle bir bütündür insan, acısı ve tatlısıyla anlamlıdır hayat. Bu yüzden filmdeki dünya bir distopya aslında. Kendimize en az zarar vereni seçecek olsaydık, insan olmanın tadına şimdi vardığımız kadar varamazdık. Onca vahşetin ve yıkımın arasından vicdanımızı ve iyi niyetimizi bulup çıkaramazdık. Bu yüzden kendimize en az zarar vereni veya doğru olanı yapmaya değil, vicdanımızın ve duygularımızın sesini dinlemeye yatkınızdır evvelden beri. Ne kadar çok yanlış yaparsak, o kadar insan olduğumuz bilincine varırız.

The Giver, insan olan yanlarımızı tekrar hatırlamak adına izlenebilecek en güzel filmlerden biri. Şiddetle izlemenizi tavsiye ederim.

Leave a Reply