Ey ölümden ve hayattan olma çocuklar, diyerek Birhan Keskin’i de anmış olalım, böyle selamlayalım herkesi. Varlığı yokluğu meçhulleşmiş baharın ilk günlerinde tıngır mıngır ilerlerken yeni bir röportajla huzurlarınızdayız. Karşınızda Nilipek! Arka fonda hızlanan trampetler hayal ettirmeye çalışmam bir yana, aslında sakin bir müziğin sahibesiyle söyleştik efendim. Huzursuzluktan huzur doğar mı dersiniz? Ya da, işler hiçbir zaman iyiye gitmeyecekse ne yapmak lazım? Güzelce, usul usul akıp giden Nilipek’le yaptığımız muhabbette, hepsini, hatta biraz dikkatli olanlarınız için çok daha fazlasını bulabilirsiniz. Bu hoş paylaşımda bulunmayı kabul ettiği için kendisine ultrasonik teşekkürler yolluyoruz ve sizi röportajla baş başa bırakıyoruz, keyifli okumalar olsun hepinize.
GazeteBilkent: Merhabalar! Öncelikle nasılsınız şu sıralar? Keyfiniz, tadınız yerinde mi?
Tadım tuzum yerinde, teşekkür ederim.
GazeteBilkent: Blogunuzdaki bir yazınızda okumuştum, “hayatınıza yeni yeni röportaj kavramının girdiğinden ve kendinizi haftada bir iki defa müziğiniz, hayatınız ve gibi şeyler hakkında zırvalarken bulduğunuzu” söylemiştiniz. Ben daha ziyade verandada otururken muhabbet ediyormuşuz gibi yapalım derim, misafirlikte değil de kendi blogunuza yazar gibi hissedin lütfen… Mesela Nilipek’i, onu hiç tanımayan birine anlatacak olsanız nasıl anlatırdınız?
Kendimi tanıtırken çok acımasız olabiliyorum bazen, şimdi olmamaya çalışacağım. Bu arada blogu takip etmen de gözlerden kaçtı sanma, içimi tuhaf bir mutluluk kapladı açıkçası. Kendimi nasıl anlatırdım? Yapmak istediği her şeyi yapmak istediği şekilde yapmaya çalışan, yapamadığında morali bozulan (ve kaçan), gereğinden fazla şanslı bir insan olarak anlatabilirdim sanırım.
GazeteBilkent: Şu anki Nilipek’e gelene kadar hangi yolları yürüdünüz? Gerek akademik açıdan gerekse müzikal anlamda nerelerden geçtiniz? Ve sizin yolculuğunuzda çocukluğunuzun payı nedir? Güzel anar mısınız o zamanları?
Çocukluğumu seviyorum; çok maceralı değil, çok bir ilginçlik yok, ama seviyorum. Az önce de dediğim gibi, fazlasıyla şanslıydım. İzmir rehaveti, eğlenceli bir aile, evin bahçesi, sahil, maymun iştahlılığımın hoşgörülmesi, iyi arkadaşlıklar, biraz yalnızlık… Çocukluk ve gençlik bu kelimeler ekseninde ilerledi biraz.
Yürüdüğüm yollara gelince; CV formatından kaçarak bu nasıl anlatılır çok bilmiyorum açıkçası, mümkün olduğunca hızlı geçmeye çalışacağım. Bornova Anadolu Lisesi mezunuyum, sanırım o 4 yıl hayatımın en eğlenceli ve kaygısız 4 yılıydı. Sonrasında Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık, bir sene anaokulunda çalışmaca, sonra yüksek lisans için Maastricht Üniversitesi. Şu anda da Bahçeşehir Üniversitesi’nde Medya Araştırmaları alanında doktora yapıyorum.
Müzik ise hep vardı. Annemler baktılar kafamın etrafında dönen bir müzik var, beni piyano kursuna gönderdiler. Sonra dünyanın en tembel ve maymun iştahlı insanlarından biri olduğum için, o enstrüman maceram keman, bas gitar, gitar şeklinde devam etti. Ortaokulda, lisede törenlerde, üniversitede de müzik kulübü etkinliklerinde çeşitli gruplarda çalıp söyledim. Buralar çok neşeli zamanlar ama uzun uzun anlatmamın bir anlamı yok sanırım. Bir yandan kendi şarkılarımı da yazıyordum, yayınlamaya cesaret bulunca olaylar gelişti.
GazeteBilkent: Dükkanların playlistlerinden ibaret hale gelen müzik çarkının içinde “alternatif, avant garde olan”ın kendine yer açmaya başladığına tanık oluyoruz. Siz bu akan suyun, bentleri yıkıp kendi yolunu bulması hakkında neler düşünüyorsunuz? Siz de nehirdeki damlalardan biri misiniz sizce?
Alternatif belki, ama kendimi çok avant-garde bulmuyorum öncelikle. Bir de iyi yapılan her işin şu ya da bu şekilde kendi yolunu bulduğunu düşünüyorum; ama bentleri yıkarak, ama etrafından dolaşarak. Hem müziğin kendisi hem de endüstrisi belli bir dönüşüm içinde, bunu kabul etmek lazım. Ben sadece gözlemleyebildiğim için bile mutluyum.
GazeteBilkent: “Dünyada yazılacak her şey yazıldı, söylenecek her şey söylendi.” karamsarlığına kapılarak yaşamı bir market arabasına doldurup götürenler var. Ama sizin müziğinizde bunun böyle olmadığını iddia eden bir şeyler var sanki. Üstelik bu karşı geliş o kadar naif ve huzur dolu ki insanın kafası karışıyor. Acaba bu kendinizi disiplinlerarası inşa etmenizden kaynaklanıyor olabilir mi? Bir yanda psikoloji, bir yanda müzik, bir yanda resim, bir yanda da öyküler… Oldukça zengin bir kaynaktan beslenen sentezin sonucu mu yansıyor şarkılarınıza, renklerinize?
Bu çok zor bir soru, bakalım durumu minimum kaç cümlede açıklayabilirim. Yeni bir şey söyleme ihtimalinin yok olmadığına, ama oldukça düşük olduğuna inanıyorum. Genele bakıldığında her şeyin (bizim açımızdan) iyiye gideceğine ise hiç inanmadım. Sanırım bahsettiğin ‘naiflik’ ve ‘huzur’ bizzat bu karamsarlıktan ve bu karamsarlığın getirdiği boşvermişlikten geliyor. Yani ne yaparsam yapayım bir şeyleri iyiye götürmeye gücüm yoksa, huzursuzluk yaratmanın ne bana ne çevreye bir faydası var-gibi.
Bence kendimizi fazla ciddiye alıyoruz, halbuki çok kıymetli varlıklar değiliz. Varlığı sürdürmek dediğimiz de aslen belli açılardan tekrar eden büyük ve küçük ölçekli döngülerden ibaret. Nasıl anlatabilirim onu düşünüyorum bir yandan ve sanırım kelimelerle işin içinden çıkamıyorum. Bu kafa karışıklığında da tabii ki gereğinden fazla kaynağın etkisi var. Tek bir yöne odaklayabildiğim bir düşüncem ya da gücüm yok, bu da hareketsizlik ve o hareketsizliği en azından kendim için makul bir seviyede huzurlu tutma ihtiyacını getiriyor.
GazeteBilkent: İlk albümünüz Sabah, daha çiçeği burnunda sayılır. Albüme ve şahsınıza gelen yorumların çoğunluğu iyimserliğinizden dem vuruyorken nedense bu, mutlu olma zorunluluğunun dikte edildiği bir iyimserlik değil diye düşünüyorum. Zülfü Livaneli’nin bir kitabında şöyle bir söz vardır; “Kötümser, ‘İşler daha kötü olamaz’ diye feryat ederken, iyimser, ‘Olabilir, daha kötü de olabilir’ dermiş.” Sizin iyimserliğinizin asıl huzur verici olan kısmı bence salt bir pozitiflik barındırmaması, karmaşadan, kızgınlıktan, acıdan ve belki de yaşanmışlıklardan çıkan şarkılarınızda, dünyayı çöpüyle, tozuyla beraber bir piknik örtüsüne seriyormuşsunuz hissine kapılıyorum. Siz kendinizi nasıl görüyorsunuz bu konuda?
Teşekkür ederim öncelikle güzel tanımların için. Dediğim gibi, ‘kötü’ dediğimiz şeyin insan için kötü olabilir, bu her şey açıdan her şey için kötü olduğu anlamına gelmez. Kötü zannettiğimiz her şey, her sıfat kötüye işaret etmeyebilir. Ve insanların belli bir ölçüde ‘dünyanın çöpüne, tozuna’ da ihtiyacı var, yaşayabilmek ve yaşadığını hissedebilmek için. Haliyle bir kucaklama ya da kabul etme hali var sanırım. Ben kendimi bu konuda biraz gaz ve toz bulutu gibi hissediyorum galiba.
GazeteBilkent: Şimdi daha konsept bir soru soracağım müsaadenizle. Birçok branşla ilgileniyor olsanız da müzik küçüklüğünüzden beri hep bir şekilde hayatınızda olmuş. Ama albüm çıkartmak işin çok başka bir boyutu, bir birikme sonucu mu bu aşamaya geçtiniz? Ve bu süreçte “yaşayan bilir” dediğiniz anlar, pişmanlıklar ya da “iyi ki”ler var mı? Başlarken beklediğinizle, bitirdiğinizde bulduğunuz arasındaki ilişki nasıldı?
Başlarken büyük bir beklentiyle başlamadım, hiçbir zaman kafamda ‘şöyle olmalı, böyle gitmeli’ gibi yol haritaları yoktu. Şarkılarım vardı ve bunları bir albüm olarak yayınlamak, açıkçası bir açıdan onları bu şekilde geride bırakmak ve yeni şarkılara yoğunlaşmak istiyordum. Tabii ki yaşadığım ufak tefek moral bozucu şeyler var, ama çoğunlukla ‘ya iyi oldu, daha fazla içime sinemezdi’ diyorum.
GazeteBilkent: Takip ettiğim kadarıyla bu güzel yolunuzda ilerlerken sizi yalnız bırakmayan güzel dostluklara sahipsiniz. Bunun olumlu etkisi yadsınamaz muhakkak, buradan da onlara teşekkür edecek olursak kimleri saymalı?
Öncelikle Ozan Tekin’e teşekkür etmem lazım, tüm bu süreçte hem içimdeki müziği duydu, hem o müziği daha güzel bir noktaya taşıdı. Can Aydınoğlu da İzmir’den beri dostluğuna ve müziğine ayrı ayrı saygı duyduğum bir arkadaşım, ve Ozan ile Can’ın birlikte çalışmasıyla ortaya daha farklı bir enerji çıktığını düşünüyorum. Bu iki isim dışında çok çok uzun bir liste var tek tek sarılıp teşekkür ettiğim, etmek istediğim ve etmelere doyamadığım, ama okuyucunun içini baymanın alemi yok sanırım.
GazeteBilkent: Sizin siz olmanızda etkisi olduğunu düşündüğünüz bir kitap, bir şarkı ve bir şehir söyleyebilir misiniz?
Bozkırkurdu – Herman Hesse, tek bir şarkı söyleyemem, ve İzmir sanırım.
GazeteBilkent: Son olarak, sizi takip eden ya da artık takip edecek olanlar için “Önümüzdeki günlerde Nilipek nerelerde ve ne gibi planları var?” diye sorayım. Ayrıca kendi şarkılarınızdan mı devam edeceksiniz, yoksa cover yapmayı düşündüğünüz parçalar da var mı?
Mart ve Nisan ayımız biraz yoğun geçecek, 18 Mart’ta Bursa Barbar’da, 2 Nisan’da Eskişehir Peyote’de, 23 Nisan’da da bir sürü başka güzel grupla birlikte Bostancı Gösteri Merkezi’ndeyiz. Bunların yanı sıra 10 Mart’ta Boğaziçi Müzik Kulübü’nde, 26 Mart’ta Trip’te Standart FM Gecesi’nde, 6 Nisan’da da Kuzey Ormanları Savunması Dayanışma Gecesi’nde akustik performanslarımız olacak. Cover konusuna gelince, konserlerde bir iki şarkı dışında kendi şarkılarımı çalmayı tercih ediyorum. Ama cover da eğlenceli, onu kabul etmek lazım.
Röportajın sonuna gelmişken ilk albüme ismini veren parçayı da sizler için buraya yerleştirelim ki kulağınız güzelleşsin.
Nilipek’e nerelerden ulaşma teşebbüsünde bulunabilirim diyenler için;
http://aysegulnazcan.blogspot.com.tr/
https://soundcloud.com/aysegulnazcan
https://www.youtube.com/user/nilipekkimki
Pingback: RÖPORTAJ: ‘NİLİPEK’ – Postorıon