“Sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin.”

Her şey böyle başlamış R için. İlk defa her şeyi, aşkı, ölümü ve de onu, kendisine adanmış koca bir ömrü anlatan “bilinmeyen bir kadının” mektubu ile öğrenmişti.

stefan zweig bilinmeyen bir kadının mektubu

41. yaş gününde kendisini dev bir sırrın, tarif edilemez bir aşk öyküsünün içinde bulmuş olan Bay R gibi, “bilinmeyeni” düşünelim bir an için, bilinmeyen duyguları, aşkı.

Ne kadar sevebiliriz bir insanı? Ya da daha doğrusu nereye kadar sevebiliriz onu? Nelerden vazgeçebiliriz sevdiğimiz için, mesela bir ömürden? Peki var mıdır gerçekten bu mutlak aşk denilen şey? Varsa eğer, kaç kişiliktir ki bir aşk?

Mektubun en tüyler ürperten, en derin satırlarından birinden yardım almalı belki de: “İçim rahat ölüyorum, çünkü sen o ölümü uzaktan hissedemezsin. Ölmem sana acı verecek olsaydı eğer, o zaman ölmezdim.”

Kadın adamı bir ömür, ölümü ile onu incitmekten korkacak kadar sevmiş. Kadın adamı bir kapı deliğinden, gece yanan lambasından, bir sıcak nefesinden, belirli belirsiz anılarından kesitler ile sevmiş ve adam bunu hiç bilmemiş. Ama kadın sevmiş, kadın aşık olmuş, en kuvvetli duyguları içinde bir sır gibi tutarak bir ömrü devirmiş tek başına.

Eğer varsa bir mutlak aşk, eğer buysa aradığımız cevap; illa iki kişilik değilmiş aşk.

The Park Bench by Christopher Clark

“Zaten beni sana hatırlatacak hiçbir şey de yoktu: az konuştum, çünkü yakınımda olman, benimle konuştuğunu duymak, benim için sonsuz mutluluk vericiydi.”

Adamın anıları arasında bir parlama, iki üç saniyelik bir geçiş olarak yer aldığını bilmek, buna rağmen bu “aşk”ın her saniyesi için minnet ve mutluluk duymak. Kadın için 13 yaşından beri hayat tam olarak bundan ibaret olmuş. Karşı komşuları esrarengiz, genç, sevecen ve samimi yazar R’yi kapı deliğinden hayranlıkla takip etmek bir çocuk için anlık, geçici bir heves gibi görünse de bu heves kadınla, o 13 yaşındaki çocukla beraber büyümüş, çocuksu bir hayranlıktan kadınsı bir duyguya, arzuya dönüşmüş. Asla “tam” anlamıyla tanışamadığı adama farklı yaşlarında, farklı şehir ve mekanlarda rastlamış, birlikte vakit geçirmiş ve hep hayal ettiği gibi “onun” olmuş. Hayatlarını kesiştiği bütün bu anlarda adam kadını hiçbir zaman hatırlamamış, bilinmeyen kadın ise hiçbir zaman kendini hatırlatmamış, her hatırlanmayışında öfkesini ve hayal kırıklığını, sırrını gömdüğü gibi en derinlerine saklamış. Kadın, adamı olduğu gibi kabul etmiş, sevmiş ve mektubunun neredeyse her sayfasında bu aşktan asla pişman olmadığını, onu hatırlamayan adama karşı içinde en ufak bir kırgınlık dahi olmadığını defalarca vurgulamış.

“Seni sen kim isen o olarak seviyorum, sıcakkanlı ve çabuk unutan, kendini veren ve sadık kalmayan, seni yalnızca her zaman kim idiysen ve şimdi de hala kimsen o halinle seviyorum.”

Sadece bir mektuptan oluşan bu kısa romanı okurken, kadının içinde yanan o büyük aşka şahit olurken insanın içi içini kemiriyor: Neden? Neden bir kez olsun kendini hatırlatmadı, denemedi? Bu kadar güçlü bir duyguyu nasıl “sır” etti, içine kattı ve bununla beraber öldü?

Düşünelim. Aşkın tanımı yok, o da tanımı olmayan hiçbir zaman da olmayacak sözcükler listesinde üç harfli bir kavram sadece. Bir sınırı, bir şekli kesinlikle yok; kişide alıyor zaten şeklini. Lafın kısası, herkesin “aşk”ı kendine. Burada kadına göre aşk da tek kişilik aslında: adama olan sevgisi, saygısı ve hayranlığından ibaret tek kişilik dev bir aşk. Öyle tek kişilik ki bu aşk, adama bile yer yok. Adam onu hatırlamadıkça, kadının içinde yıllarca büyüyen ve yeşeren o  arzuyu kendiliğinden anlamadıkça, kadının kendisini hatırlatması, bütün bunları anlatması “sadık kalmayan ve çabuk unutan” R’ye bu aşkın sorumluluğunu yüklemekten ve bir karşılık verme sorumluluğunda bırakmaktan başka bir şey olmayacaktı. İşte tam da bu yüzden kadın, bilinmeyeni, tek taraflı bir aşkla bir ömür geçirmeyi, sonradan dayatılacak olan yönlendirilmiş bir sevgiye tercih etmiş galiba.

Bir tarafta kendisini tanımayan bir adam için yaşanmış, her saniyesi o adama adanmış bir hayat, diğer taraftan bütün bunların sadece bir yansıma, kıyıda köşede belirli belirsiz bir anı olarak yer aldığı başka bir hayat.

“Adam duyguya ait hatıraların varlığını hissediyor, ama onları yine de hatırlayamıyordu.”

O zaman; aşk bazen iki kişilik, bazense yalnızca bir kişi için yeri var. Bu aşkta da R’ye yer yokmuş ve kadın da bu yüzden elindeki her şey gibi aşkını da adam için, adama adayarak yaşamış. Okuyucuyu da koca bir şaşkınlık ve buruk bir gülümseme ile son sayfayla baş başa bırakmış.

Müzikli Not: Sözleri Aysel Gürel’e ait, Sezen Aksu tarafından seslendirilen çok sevdiğim “Sır” bana “bilinmeyen kadını” hatırlatmıştı ilk duyduğumda. Bir dinlemek lazım tabi, belli mi olur, belki size de hatırlatır.

Efsane kadın, kimdi aşkın? 

Kaynakça

Fotoğraflar için: http://www.christopherclark.com/category/all-paintings/female-figurative-paintings-art/

 

Leave a Reply

1 comment

  1. U.Zuhal Cetinkanat

    Mukemmel ????❤️?