Zararda birbiri ile yarışan politik dalgaların coşturduğu bir denizde nefes almaya çalıştığımız şu dönemlerde, deyim yerindeyse araya kaynayan nice başlık konuşulmaya fırsat dahi bulunmadan suyun altına gömülüyor. Kafamızı kaldırıp üzerimize doğan güneşleri bile selamlayamıyoruz. Sürekli birilerini suçlamaktan ilerleyemiyoruz. Ufak tefek çakıl taşlarına dolanan ayaklarımızı adım atmaktan alıkoyan her ne varsa büyüyor gözümüzde. Büyük başın derdi büyük olur derler ya… Bu da son karanlık günlerimizin en popüler tesellisi oluyor.
Farkında olsak da olmasa da yaşanılan bu sürecin bizden götürdüğü en önemli değer üçüncü, dördüncü veya beşinci yollar. Maalesef öyle bir “gökyüzü manzaralı” bataklıkta çırpınıyoruz ki her bir kulacımız var olan bir alternatif çıkışımızı kapatıyor. Ve bir o kadar da dibe doğru çekiliyoruz. İnsanlara seçenek sunma lütfundan dahi kaçınıp, akıl okuma oyunlarıyla karar veriyoruz kimin kim olduğuna. Yahut kimin siz olup olmadığına… Bir başka çıkar yolu olabileceği düşüncesi kıyısından bile geçmiyor zihnimizin. Biz ve diğerleri… Tartışmaya lüzum görmeyecek kadar kibir dolduruyoruz fikrimize.
İşte bu sonsuz kutuplaşma ekseninin kuytu birkaç köşesinde iki taraf arasında çekimi sağlayacak umut dolu bir şeyler de oluyor ara sıra. Evet, ara sıra ama nihayetinde oluyor. Belki bu sefer tüm yüksek sesleri, hakaretleri, üzüntüleri, gözyaşlarını bir kenara bırakıp birilerini kucaklayabiliriz gibi geliyor. Ancak ne yazık ki toparlanıp ufacık bir yıldız gibi gökyüzüne yükselen bu cep boy umudumuz, bulutlu bir gece de kayıveriyor kimseler görmeden. Herkesin birbirini potansiyel terörist(!) veya potansiyel bir ihbarcı olarak gördüğü yere düşüyoruz gerisin geri. Düşüyoruz, çünkü her bataklığın böyle böyle katmanları var.
Son yıldız kaymasını ise ülkemizin bir başka açık yarası olan kadın meselesinde yaşamış olduk. Birkaç ay arayla ülkemize büyük başarılar getiren iki kadın sporcu güçlerini birleştirip bir yıldız astı karanlık gökyüzümüze. Bunlardan ilki henüz 15 yaşında, 14’üncüsü Kore’de düzenlenen Aerobik Jimnastik Dünya Şampiyonasında altın madalya kazanan Ayşe Begüm Onbaşı idi. Ailesinin kısıtlı imkânlarıyla spor hayatını aksatmadan devam ettiren bu genç kız yüzümüzü güldürmeliydi. Gözlerinden saçtığı ışık içimizi ısıtmalıydı. Kucaklamalıydık onu, ailesini, başarısını ve birbirimizi. Ancak olmadı. Yapamadık. Henüz lise çağındaki bir gencin ülkemize getirdiği bu büyük başarının farkına varmak şöyle dursun, onu sahiplenemedik bile. Tüm bu güzelliklere sırt çevirip ne yaptık peki? Ötekileştirdik. Yargıladık. Hadsizce ağzımıza geleni tükürürcesine savurduk, öyle değil mi? Başını kapatmamış dedik, annesine babasına sayıp sövdük. Başarısı dışında her şeyini konuştuk Ayşe Begüm’ün. Madalyaları masasının üzerine sığmaz olmuşken, gülen gözlerinin ışığını belki bir anlığına söndürdük.
Ayşe Begüm’ün mutlu haberinden sadece aylar sonra bir başka güzel haber de 20 yaşındaki Kübra Dağlı’dan geldi. Peru’da düzenlenen dünya tekvando poomse şampiyonasında birinci gelen Kübra Dağlı ve Emirhan Muran ikilisinin başarısı ne kadar takdir edildi peki? Hiç. Yine ve yeniden memnun olmadık. Gurur duymak mevzu bahis dahi olmazken tüm çirkinliler dilimize üşüştü. Kübra da, üstelik başında taşıdığı başörtüsüyle, Ayşe Begüm’ü beğenmeyenlere yaranamadı. Olmazdı, madem başörtülüydü spor mpor ne işi vardı? Hem kadın kısmına yakışır mıydı zaten? Ha, başörtülü değilse onun linci de ayrıydı. Her kesime hitap etmekten daha önemli ne var bu tür işlerde, öyle değil mi? Başörtülü olmayanın da ahlâkını yokladık, anne babasına kızdık, dinini sorguladık yetmez mi?
Yetmedi. Karanlıkları aydınlatması için gözlerindeki ışıktan koparıp hediye ettikleri parçalar elbette memnun etmedi bizleri. Klavyelerimizin başında, oturduğumuz yerden, düşüncelerimizin lekesini bulaştırmaya çabaladık üstlerine. Dost meclisi yalan yok, ya bizdenlerdi ya ölsünlerdi… Yapamadıklarımızı yapanlarıysa gözümüz görmesindi. İşte içerisinde nefes almaya çabaladığımız politik dalgalı deniz tam da bu. Kardeşimiz hatta evladımız yaşındaki genç kızlara pervasızca hakaret edebilme yetkisini verir oldu bu “can havli”. Ve yazık ki bu can havli süresince asla basitçe düşünüp benimsemeden gurur duyamayacağız. Asla “Kimlerdenmiş?” sorusunu lugatımızdan çıkartamayacağız. Asla “kadın kısmı”nın görev tanımını tam anlamıyla belirleyemeyeceğiz. Asla ülkemizin adını dünyanın bilmediğimiz bir yerlerinde yüceltmek için belli şartlara bağlı olmadığımızı anlayamayacağız. Kadınlığın, erkekliğin, gençliğin, müslümanlığın insanı yerden yere vurmak için bir sebep olarak görmekten vazgeçmeyeceğiz. Üstelik bunu yaparken dini ve kitabı da bir güzel referans göstereceğiz çamurlanmış eylemlerimize. Asla bir ve birlikte olamayacağız.
Sahi bir zamanlar “Hep Birlikte Türkiye!” idik.
Ne uzun zaman olmuş…