Türkiye coğrafyası toplumsal dönüşümlerin, köklü değişikliklerin kolay kolay yaşanamadığı engebeli arazilerden meydana gelir. Bu coğrafyanın insanı da aynı engebeleri düşünce sistemine yerleştirmiş, yeni ve yabancı olana genellikle uzak kalmıştır. Buna rağmen çok hassas ve dönemin toplumu adına tabu olan toplumsal cinsiyet meselesinde ve kadın anlayışında eksen kaymaları yaşanmıştır. Şaşırtıcı değişimin somut başlangıcı 1908 Jön Türk Devrimi’dir. 1908’de yaşananlar özgürlük, eşitlik, laiklik gibi kavramların toplumda karşı bulmasını sağlamış, ülkeye daha ilerici bir imaj çizmiştir. İmparatorluğun en gelişmiş sancağı olarak Selanik’te olgunluğa erişen yenilikler, akımlar geniş bir coğrafyaya nüfuz etmekteydi.
Yine bu dönemde günlük hayatı aile yaşantısından ibaret olan bir kadın figürü görmekteyiz; eşinden ya da aile üyesinden ayrı sokağa çıkamayan, toplumsallaşamayan Osmanlı kadını dar alanda her açıdan eksik bir hayat sürüyordu. Kadının açılmasının, sosyal hayata karışmasının sağlam bir zemin oluşmadan mümkün olmayacağı ise aşikârdı. Kadını topluma yönelmesi adına zemin oluşturma görevi basına düşmüştür. 1868’de kadınlarla ilgili ilk yayın yapan gazete Terakki’nin ardından, imparatorluğun son dönemlerinde çok sayıda gazete ve dergide kadınlar bazen konu olarak ele alınmış, bazen de yazar olarak kendilerine yer bulmuşlardır. Bu verimli süreci takiben Selanik’te filizlenen Genç Kalemler, Yeni Felsefe dergileri topluma farklı, ilerici bir düşünceyi Yeni Hayat adıyla sunar. Bu yeni akım tabulaşmış kadın ve aile yapısına yönelik önemli söylemlerde bulunmuş, kadının özgürleşmesinden, toplumsallaşmasından yana bir tutum sergilemiştir. Geleneksel yapıya karşı durmakla da toplumun aydın kesiminde ciddi bir etki yaratmıştır.
Yeni Hayat anlayışından etkilenen aydın kesim tartışmalarına kadın erkek eşitliğini konu edinmeye başlamış ve dönemin kelimeleriyle kadın erkek eşitliğinden mutlak eşitlik anlamına gelen Müsâvat-ı Tamme olarak bahsetmiştir. Osmanlı Devleti’nin dalgalı siyasi yaşantısı yeni bir gelişmeyle (Meşrutiyet) tam da bu tartışmalar sürerken dolaylı yolla kadına bireyselleşmenin, toplum hayatına karışmanın kapısını aralamıştır. Kadına anne ya da eş sıfatının haricinde bir birey olarak yaşama fırsatını sunmuştur. Bir başka deyişle, Osmanlı’nın kentli kadınının, kamuya yönelerek kimlik mücadelesine atılmasını bu gelişmelerin sağladığını söyleyebiliriz. Toplumun her kesimine nüfuz etmiş mutlak ataerkilliği hesaba katarsak bu hareketlilik fazlasıyla göze çarpmaktadır. Nitekim sosyal dinamiklerin, cinsiyet kaynaklı toplumsal hiyerarşinin değişimi sadece kadın kimliğini değil erkek kimliğini de bir yönden etkilemektedir. Nihayetinde, yüzyıllarca kadını öteki gören, onu toplumdan en gizli sırmışçasına saklayan-iten erkek egemen anlayış kendine dönüp bakma gereği duymaya başlamıştır.
Bu iyimser tablonun hemen ötesinde Osmanlı’nın kaçınılmaz sonunu getiren iki Balkan Harbi’nin ardından Birinci Dünya Savaşı’nı ve son olarak Kurtuluş Savaşı’nı görüyoruz. Bu savaşlarla toplum alabora olmuş, kaos atmosferi tüm ülkede hüküm sürmeye başlamıştır. Savaş şartları altında kadınlar miting alanlarında Halide Edip’ler, savaş alanlarında Nezahat Onbaşı’lar olmuşlardır. Kadınlar en az erkekler kadar zorlu mücadelelere girişmiş ve toplumun tabusu olan toplumsal cinsiyet algısını yerle yeksan etmişlerdir.
Elleriyle, canlarıyla kurdukları cumhuriyetin ise onlara biçtiği kaftan kimisini memnun etmiş kimisini hayal kırıklığına uğratmıştır.