Ahlak kuralları zamana ve mekâna ama en çok da toplumun zihniyetine bağlı olarak değişkenlik gösteren, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirten kurallardır. Daha çok din ve felsefenin inceleme alanında olsa da ahlâkın edebiyatta da önemli bir yere sahip olduğu yadsınamaz. Bu bağlamda en çok işlenegelen konulardan biri de kişisel çıkarlar ve ahlak çatışmasıdır. Özellikle Yüzüklerin Efendisi’nde Tolkien, bu konuyu ustalıkla ele almıştır. Örneğin meşhur tek yüzük, herkesin sahip olmak istediği sınırsız iktidarı simgelemektedir. Yazar, yüzük alegorisiyle şu önemli tartışmayı gündeme getirir: sınırsız güç ile kişi benliği arasındaki savaş her zaman mağlubiyetle mi sonuçlanır? Bir diğer deyişle, güç mevcut ahlak ilkeleri kapsamında iyilik için kullanılamaz mı?
Bu soruların cevabını incelerken yüzük alegorisinin kaynağına inmekte elbette yarar vardır. Yüzük simgesi orijinal olarak bir Yunan efsanesinde yer almaktadır. Platon’un ünlü eseri Devlet’te aktardığı efsaneye göre – aynı efsane daha “objektif” olarak Herodot Tarihi’nde de mevcuttur – Lydialı Gyges, kralın hizmetinde bir çobandır. Bir gün tılsımlı bir yüzük bulur ve yüzüğü taktığı zaman görünmez olabildiğini fark eder. Gyges yüzük sayesinde saraya girmenin bir yolunu bulur, kraliçeyi baştan çıkarır ve kralı öldürerek yerine geçer. Devamında Platon insanın böyle bir yüzüğe sahip olması hâlinde ahlaklı olmaya devam edip etmeyeceğini tartışır. Buna göre çoğu insan aklı tarafından değil nefsi tarafından yönlendirildiği için arzularına yenilerek ahlaklı olamayacaklardır. Ahlaksız insanın da mutluluğa ulaşması olanaklı değildir. Platon bu tartışmayı, düzenin (toplumun) getirdiği kurallara uymanın mutluluğa ulaştırdığı sonucuna vararak sonlandırır.
Ancak bu kapsamda akla şu sorunun gelmesi kaçınılmazdır: toplum yasaları her zaman doğru mu söyler? Tarih boyunca pek çok entelektüelin topluma uyum sağlamakta zorlandığı göz önüne alınırsa bu soruya olumlu yanıt vermek zordur. Sokrates, Gandi, Kafka bu konuda artırılabilecek örneklerden bazılarıdır. Toplum gidişatını beğenmeyen ve kendisinin anlaşılmadığını düşünen aydınlar çoğunlukla çareyi toplumdan soyutlanmakta bulmaktadır. Modernizmle birlikte artan süratli değişim, bu değişimle birlikte toplumun yozlaşması ve tüm bunların ortaya çıkardığı umutsuzluk bu soyutlanmayı tetiklemektedir. Aydınlar içinde yaşadıkları topluma karşı hissizleşmekte, “yabancılaşmaktadır.” Toplumla beraber olan insanlar ise sıradanlaşmakta ve adeta bu durumdan nemalanarak konumlarını daha da güçlendirmektedir. Çünkü kitleler kendi dayattıkları otoriter sınırların dışına çıkanı sevmemekte, farklı olandan hoşlanmamaktadır.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nda ele alınan durum da budur. Dostoyevski kahramanının eliyle çarpıcı tespitlerde bulunur. Bunlardan biri de “Kırk yaşından fazla yaşamak ayıptır, bayağılıktır, hatta ahlâksızlıktır! Tüm samimiyetinizle, dürüstçe söyleyin, kırk yaşını kim geçer? Ben söyleyeyim size: Aptallarla namussuzlar.”[1] Bu cümleler topluma bir eleştiri niteliğindedir. Düşünmeye zahmet etmeyen, toplumun dikte ettiği çalıntı düşüncelerle yaşayan, felsefeden nasibin almamış insanlar – Dostoyevski’ye göre aptallar- elbette uzun yaşayacaktır. Çünkü dertlendikleri, kendilerini heba ettikleri bir mevzu yoktur. Öte yandan iktidardan beslenen, sürüp giden düzen sayesinde makamlarını koruyan insanlar da uzun yaşar – yazarın ifadesiyle, namussuzlar. Çünkü sıradan hayatların devamını bu tip insanlar sağlar. Toplum var oldukça, onlar da var olacaktır. Ancak toplumdaki mevcut problemler ve bireyler tarafından anlaşılamamanın sıkıntısı, düşünen insanlara iki yol sunmaktadır: kısa yaşamak veya soyutlanmak.
Başka bir yerde ise Dostoyevski şöyle der: “Bana göre iki kere iki sadece bir küstahlıktır efendim. (…) İki kere iki dördün üstünlüğünü kabul ediyorum elbette; fakat her şeyi hoş görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden bile hoşlanmak mümkündür.”[2] Rasyonalizme başkaldırı niteliğinde olan bu cümlelerle toplumun kabul ettiği –doğru ifadesiyle, dayattığı- değerler reddedilmiştir. Hayatın formüllerden, kalıplaşmış ifadelerden ibaret olmadığı vurgulanmıştır.
Toplumdan soyutlanma ve bu durumun getirdiği ruh hâli daha spesifik olarak Yabancı’da görülür. Camus, Mersault karakteriyle sosyal değerler olmadan da erdemli olunabileceğini göstermektedir. Çünkü ahlak bireysel bir kavramdır. Ancak Mersault’un kendine özgü ahlakı bir baba katiliyle aynı muameleye maruz kalmasına sebep olmuştur. Burada baba simgesel olarak geleneğin temsilcisi sayılabilir. Yabancı, geleneğin düşmanı olduğundan idama mahkûmdur ve gelenek kendi varlığını sürdürebilmek için nice yabancıları mahkûm etmiştir[3]. Oysa “bu dünyada imtiyazlılardan başka kimse yoktu. Ötekileri de günün birinde mahkûm edeceklerdi.”[4]
Peki, soyutlanma aslında bir kaçış mıdır? Entelektüeller belki de çözüm bulmak yerine “toplum beni anlamıyor” düşüncesiyle sorumluluk almaktan kaçmaktadır. Bu düşünce Bozkırkurdu romanında güzel bir şekilde işlenmiştir. Romanda Harry, burjuvaziyi beğenmemekte, sürekli eleştirmektedir. Kurulu düzen hoşuna gitmemektedir, giderek yalnızlaşmış, kendine çekilmiştir. Öyle ki, “kendi içinde bir insan bulur, düşüncelerden, duygulardan, uygarlıktan, dizginlenmiş ve yüceltilmiş doğadan kurulup çatılmış bir dünyadır bu; ayrıca, bir kurt bulur içinde, içgüdülerden, vahşilikten, acımasızlıktan, yüceltilmemiş, yontulmamış doğadan bir dünya bulur.”[5] Harry kendince çift kişilikli bir yazgıya sahiptir. Uygarlığın gereklerini yerine getirmekte fakat içindeki kurt buna karşı çıkmakta, varlığı ikiye ayrılmaktadır. Kısaca bir aydın olarak burjuvazinin değerlerinin beğenmemekte, eleştirmektedir. “… burjuvazi, (…) kişiliği ‘devlet’ denen doymak bilmezin eline teslim eder, her ikisini sürekli birbirine karşı koz olarak kullanır.”[6]
Fakat yazar bu noktada okuyucuları sorgulamaya iter. Harry kendini aydın görerek, insanlara tepeden bakmaktadır. Toplumun yozlaştığı doğrudur fakat bu konuda aydınların yaptığı bir şey yoktur. İçlerindeki “bozkırkurduna” sığınarak topluma ait olmadıklarını savunurlar ancak aslında sistemin baş sorumluları onlardır. Çünkü düzeni değiştirmek sadece onların elindedir ama onlar entelektüel acılarına sığınır. Eser aydın geçinenlerin, bildikleriyle büyüklenenlerin, bunu yaparken yaşamı kaçıranların yüzüne bir tokat gibi inmektedir. Son yılların ses getiren filmlerinden biri olan Kış Uykusu’nda da “aydın”ların bu problemine işaret edildiği görülmektedir.
Sonuç olarak, toplumun dayattığı kurallara uyarak yaşamak bir zorunluluk değildir. Aydınlar bunun en çok farkında olan insanlardır. Bu noktada onlara çok önemli vazifeler düşmektedir. Yaşanılan güçlükler kendilerini yalnızlaştırmaya itebilir fakat bunun kimseye fayda sağlamadığı açıktır. Bu sebeple kişiliklerin farklı yönleri ele alınmalı ve bu yönlerle hamle yapılmalıdır.
Kaynakça:
[1] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016), s. 5.
[2] Dostoyevski, Yeraltından Notlar, s.37.
[3] https://eksisozluk.com/entry/7486072
[4] Albert Camus, Yabancı (İstanbul: Can Yayınları, 2016), s. 109.
[5] Hermann Hesse, Bozkırkurdu (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015), s. 54.
[6] Hesse, Bozkırkurdu, s. 58.
Görseller:
https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/originals/2d/d3/14/2dd3143fc98d6e37ccc331f78256609b.jpg
http://hexa.party/wp-content/uploads/2016/03/The-Thinker.jpg
https://c1.staticflickr.com/6/5244/5261220416_434d7dfd7c_b.jpg
http://wwwassets.rand.org/content/rand/randeurope/research/projects/harris-review-self-inflicted-deaths/jcr:content/par/teaser.aspectfit.0x1200.jpg/1435676716560.jpg
http://www.newyorker.com/wp-content/uploads/2012/04/120409_r22060_g2048-1200.jpg
https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/originals/96/08/46/960846ff97e12b1f88075725d3028f4c.jpg