Irmak bitti

devrildi dağ

büyüdüm.

-Birhan Keskin

Kainatın varını yoğunu ortaya koyarak şiire hizmet ettiği zamanlar olmuştur; nitekim bizim naçizane yüzyılımızın bu zamanlardan biri olduğunu düşünmüyorum.

Bakınız şiir demek değildir ki; salt şair, ve dahi onun dünyası. Şiir, biraz sen demektir, biraz ben; şiir, biraz bencilce acıyı öğütmek ve yine bu bencillik sayesinde bir’i hepte öldürebilmektir. Ruhun bedenden çıkmasının acı verici olduğunu söyler alimler. Ruhun bedenden çıkmasıdır şiir.

Bu yoğunluğun anlaşılabilmesi için biraz biraz göl olmak gerekir, hiç değilse kenarlarında sazlık misali uzanmak. Bizim dönemin kullandığı dil ise musluk suyu. Doyduğumuza bakıp şükrettiğimiz, ne derinlik ne de izahat aradığımız. Hepi topu bin kelimeyle sunumlar yapıp, projeler sunduğumuz, aklı zincirde, fikri zincirde bir nesiliz. Bunu şu yüzden eleştirilesi buluyorum; çünkü yine biz, bir yandan şair ve şiir katliamı yapıyoruz. Artık toprağımızda şair yetişmediğinden, güzel şiir yazılmadığından dem vuruyoruz. Ezberden konuşuyoruz. Çok ezberden.

Kainat şiire hizmet etse de etmese de, her dönem, kendi döneminin var olma sıkıntısının üstüne çıkabilmiş şairleri barındırır. Her yıl 12-13 Ağustos gibi görebildiğimiz Perseid meteor yağmurlarına benzer bu şairlerin gelişleri. Lakin var olmaları, onların varlıklarını tasdikleyecek gözlere muhtaçtır. İşte bizimki gibi zor ve kısır dilli, seri üretim ve kullanılabilirliği derinliğe tercih eden dönemlerdeki en büyük sıkıntı bu gözlerden yoksun olmaktır.

Kendi zamanımızın bu sıkıntısını aşamaz mıyız? Elbette aşabiliriz. Okuyabiliriz, çok şükür okumamız var; düşünebiliriz, aklımız var. Çevremizde gördüğümüz politik, toplumsal sorunların yüzeyselliğini aşabilmek için durup derinleşebiliriz. Şiire arkamızı dönmektense, tam gözlerinin içine bakabiliriz.

Çok klasikleşmiş bir tartışma konusu vardır; “Edebiyat dünyasında kadın şair neden yoktur,” bunun yumuşatılmış versiyonları da mevcuttur; “Edebiyat dünyasında neden çok fazla kadın şair yoktur,” gibi. Kişinin popüler kültür veritabanlarından hareketle konuştuğunu fark edersek zaten bu tartışma başlamadan bitecektir. Çünkü ticari mekanizmanın gerçek şair ve şiir okuyucusuyla bir işi olamaz. Kendinizi bu gerçek kısımda görüyorsanız şaire de şiirine de bir şekilde ulaşabilirsiniz.

Örneğin birazdan sayacağım kadın şairlerden kaçının en az bir şiir kitabını alıp da okumuşsunuzdur? Lale Müldür, Birhan Keskin, Didem Madak, Gülten Akın, Gülseli İnal, Meral Okay, Sennur Sezer, Melisa Gürpınar, Nilgün Marmara… Şayet bu soruya yanıtınız bir fire dahi içeriyorsa bırakınız bunu tartışmayalım.

Birhan Keskin şair olmak ile alâkalı bir söyleşisinde şöyle der:

Şiir denen şeyle hayatınızın sonuna kadar uğraşacak mısınız, uğraşmayacak mısınız? Yani bu hakikaten bir karar bana göre. Şiir, diğer yazım türleri gibi değil. Romancı olacağım, hikâyeci, gazeteci olacağım diyebilirsiniz; ama şair olacağım diyemezsiniz. Yani o zaten bir kader gibi gelir bulur sizi; ama yırtabilirsiniz de ondan.*

Sizler için bir Birhan Keskin yazısı yazmak üzere oturduğum sandalyeden şiirsizleştirdiğimiz zamanımıza dair kırgınlığımı anlatmış olarak kalkıyorum. Eğer şiiri ve şairi tartışacaksak önce okumamız gerek bunu unutmayın. Şair yok değil, sadece biz giderek körleşiyor ve ruhen sığlaşıyoruz. Şayet yukarıda anmış olduğumuz ellerinden, emeklerinden öpülesi şairlerimizin şiir kitaplarına başlamaya karar verdiyseniz sizler için nacizâne bir önerim olacak; Birhan Keskin’in Metis Yayınları’ndan çıkan  Kim Bağışlayacak Beni adlı, beş şiir kitabının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş eseri. Ve kapanışı bu kitabın alt kitaplarından olan Bakarsın Üzgün Dönerim‘in en sevdiğim şiiriyle yapmış olalım.

VE İPEK VE AŞK VE ALEV

I

Sana böyle akmaktan çok korktuğum için
oldu her şey,
şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni.

…dünya çok üzücü bir yerdi, savaş filmlerini ve samurayları eskisi gibi sevmiyordum.. bir boşluktan aşağı mı bırakıyordum kendimi.. teller tenimi çizip canımı mı yakıyordu.. mutsuzluğuma mı alışıyordum seni severken.. yoksa kan kaybından mı ölüyordum.. Daha fazla parçalanacak parçam yoktu…

Neyse,
sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu.

Ben meleğimin kanatlarını kırdım,
ordan geliyorum. Siz yine de ikiz bardakları
kırmayın. Bir deliydim, elementlerin de ruhları
olduğuna inanıyordum,

aklıma suyun intiharı geliyordu hep,
şelale deyince,
divaneliği söylüyordum.

Sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi.

Şelalenin sinirini bozdum az önce
ordan geliyorum.

II
Elveda ırmak, hoşça kal alacakaranlık
geçtim yıllar sonra anımsanacak alınganlıklardan
silahlar ve bellek gerektiren aşkın seramik
teninden, itinalı ve alıngan
yüzümün gürültüsünü unuttum
şüpheci ve med-cezir aşkından oldu böyle
acemi düştüm.
Yüzünün kayganlığından utanıp
saçlarının ritminden kaçacak kadar.

Şimdi benden bu uzak yol seslerini alsalar,
hazin öyküleri ve yüzünü özlediğim zamanları alsalar
-ormandı, yağmur sonrasıydı, tazelenen yaprakların
üzerinde su damlacıkları tutunuyordu, sanki geç bir
vakit eve dönüyordum, yüzümü heidi’ye ısmarlamıştım,
annem lastik tokalarımı yakıyor, annem beni rüzgara
bırakıyor bu yüzden… gibi olmayacak şeyler
söylerim sana.

Anımsadıklarımın yanlış olduklarını,
yine de hepsinin bir deprem olduğunu
kim bilebilir. İkimizin arasında duran
şu boydan boya ırmak, şu boydan boya
alacakaranlık
ikimizin arasındaki şu depremin bir bellek
uykusu olduğunu kim bilecek.

Eskiden olsaydı, tuzlu düşler anımsardım
ağzımda eriyip yok olan tadını güneşin
alevin ipekle savaşını, saçlarının altından
akan ırmaklarda yıkandığım sabahları anımsardım.
Tenine dokundukça bıçak sırtı bir nefeste susan
felç olan sözleri hatırlardım,

elveda ırmak
hoşça kal alacakaranlık.

*http://web.archive.org/web/20150704181719/http://www.metiskitap.com/catalog/interview/3028

Leave a Reply