Çocuklukla yetişkinlik arasında, arada kalmış bir dönemdir ergenlik. Vücudun, sesin, renklerin, ilgi alanlarının değişmeye başladığı bu dönem, her birey için farklı yoğunluklarda geçer. Hormonel değişimler sonucunda, illa ki bir gün ebeveynlere “Yetti artık!” dedirtecek bir harekette bulunmuş; akabinde: “Bizim zamanımızda ergenlik mi vardı?” sorusunu işitmiş olduğunuzu tahmin ediyorum.

Ergen-ebeveyn ilişkisi.

İnsanın biyolojik gelişiminin zaman içinde değişim göstermesine rağmen, hayatın bir safhası olarak ergenlik her zaman vardı. 12-21 yaş aralığının, insan hayatında bir zaman dilimi olarak daima var olması ve Antik Mısır’dan beri pek çok toplumda çocukların yetişkinliğe adım atışının kutlandığı ritüeller bunun en büyük kanıtıdır. Muhtemelen kimse biyolojik ergenliğin varlığını sorgulamayacaktır.

Ebeveynlerin varlığını sorguladığı “ergenlik” kavramı, fiziksel değişim ve gelişim safhasından ziyade, çocuğun psikolojik değişimi, hayata yönelik kararlarını kendi başına almaya başlaması ve bu uğurda herhangi bir engelle karşılaştığı durumlarda isyan etmesi olarak algılanan, ergenliğin soyut kısmıdır. Ergenliğin fiziksel kısmı her zaman var olmuşken, psikolojik ve soyut kısmının ortaya çıkışının milenyum çocuklarına denk geldiğinin düşünülmesi, sizce de gülünç bir tesadüf değil midir?

İşte bu düşünceden hareketle, ergenliğin psikolojik, yani soyut kısmının geçmişteki izlerini araştırmaya ve yazıya dökmeye karar verdim.

Ergenlik döneminde değişen ilgi alanları ve odak mekanizmaları.

Çok eskiye gitmek gerekirse, M.Ö. 300 yılında, Aristo bizzat “ergenlik” kelimesini kullanmış; ergenliği ise bedensel ve içsel bir değişim olarak tanımlamıştır. Aristo, ergenlik çağında, çocuğun kendini bir birey olarak görmeye başladığını ve bu nedenle varlığını sorguladığını belirtmiştir. Aynı şekilde Platon da, ergenlik çağında bireyin akıl yürütmeye başladığını söylemiş; kendisiyle ve çevresiyle ilgili düşüncelerin oluştuğu dönemin, gençliğe geçiş olduğunu yazmıştır. O halde, milattan önce var olan ve bugünkü tanımıyla örtüşen bir kavramın, bundan otuz kırk yıl önce var olmadığını söylemek gülünç olacaktır.

Ortaçağlarda ise, ergenlik ayrı bir kavram olarak tanımlanmamaktaydı. Aksine, çocuklar minyatür yetişkinler olduğu kabul edilmekteydi. Ancak Rousseau, çocukların minyatür yetişkinler olmadığını, çocukluk ve yetişkinlik dönemi arasında bir geçiş döneminin olduğunu söylemiş ve ergenliğin varlığına işaret etmiştir.

İşin ilginç tarafı, Rousseau’nun dönemin gençlerinin değişken ruh hallerini bir “türbülans” olarak tanımlamasıdır. Günümüzde, ergenlikteki duygu-durum değişikliklerinin o zamanın türbülansına tekabül ettiği pek tabii söylenebilir. Yani ergenliğin bugünkü tanımındaki, aniden parlama, çabuk pişman olma ve aşırı alınganlık hallerinin 1700’lü yıllarda bile aynen var olduğu düşünüldüğünde, ailelerin yadırgadığı ve çoğu zaman da kınadığı ani ruh hali değişimleri, her zaman var olmuş bir durumdu.

Rousseau’nun türbülans benzetmesi: ruh hali değişimleri.

Ergenliğin kavram olarak var olmasına rağmen, esas üzerinde çalışılmaya başlandığı dönem 20. yüzyıl itibariyledir. Standley Hall, ergenliğin biyolojik bir değişim olduğunu söylemiş ve bu değişime karşı ne yapacağını bilemeyen bireyin, risk alma mekanizması geliştirerek birtakım kararlar almaya çalıştığını belirtmiştir. Örneğin, manasız bir tartışma sonucu aniden oluşan evden çıkıp gitme kararı ve kısa bir süre içinde böyle bir karar alınmamışçasına ailenin kollarına atılma ihtiyacı, bu mekanizmaya bir örnek olabilir.

Hall’ün aksine; Margaret Mead, ergenliğin fırtınalı bir dönem olmadığını savunmuş; biyolojik değil, sosyo-kültürel açıdan incelemiştir. Mead’e göre; ergenlik, Sanayi Devrimi ile ortaya çıkmıştır. Çünkü Sanayi Devrimi öncesinde herkesin yeterince boş zamanı ve yetişkinliğinde hayatını idame ettirecek bir işi vardı. Fakat sanayileşme, nitelikli eleman aranmasına neden oldu. Bu nedenle çocuğun, ergenlik döneminde yaşadığı biyolojik değişimlerin yanı sıra; eğitim hayatıyla ve iş bulma kaygısıyla da baş etmesi gerekiyordu.

Ergenlik biyolojik olarak kısa bir dönem olsa da; onlara hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.

Platon’dan Mead’e değişen tanımlar ve yaklaşımlara rağmen, ergenliğin soyut kısmının var olduğunu söyleyebiliriz. Yani ailelerin, “Bizim zamanımızda ergenlik mi vardı?” sorusunun cevabı, şüphesiz ki “Evet” olacaktır. Bu soruyu soranlar da aynı yollardan, Rousseau’nun naçizane tabiriyle türbülanstan geçtiler. Fakat bu türbülans, zaman aralığı ve şiddet bakımından, muhtemelen birtakım farklılıklar gösteriyordu. Bunun sebebi, teknolojinin ergenlik sürecini biyolojik değişimlerden çok daha fazla yönlendiriyor olmasıdır. Örneğin, sosyal medyadaki güzellik algısına ulaşmak isterken yüzünde çıkan bir sivilceyi dert edinen, birkaç Youtuber’ın daha fazla tıklanmak için takındığı değişik huyları gerçek hayata geçirmeye çalışırken kınanan veya siber zorbalık sonucunda internet ortamında dalga geçilen ve kuşak farkı dolayısıyla, çoğu zaman bu tür küçük çaplı travmalarını ebeveynleriyle paylaşamayan pek çok çocuğun; doğal olarak ergenliklerini daha yoğun yaşaması ve önceki nesillere kıyasen, aslında küçük olan sorunları büyüterek, kendilerini hiçbir şekilde çözüme ulaştırmayacak tepkiler göstermesi gibi.

Herhalde bu noktada, bugünkü ve geçmişteki ergenleri kıyaslamaktansa, ergenliğin hem biyolojik hem de psikolojik boyutlarıyla her zaman var olduğunu kabul etmek; ancak dönemin koşullarına göre öncekinden daha yoğun yaşandığını da göz ardı etmemek gerekir. Bu dönemi atlatmış bireyler olarak; çocuk veya ergen bireylere, ergin olmaları yolunda bir miktar daha toleranslı davranmamız isabetli olacaktır.

 

Kaynakça:

Cloutier, R. (1974). Ergenlik psikolojisinde kuramlar. Ankara Universitesi Egitim Bilimleri Fakultesi Dergisi.

http://egekisiselgelisim.com.tr/ergenligin-tarihcesi

http://psikoterapipsikiyatri.com/ergenlik-2/

http://www.massculturalcouncil.org/services/BYAEP_History.asp

Leave a Reply

1 comment

  1. Albina Yılmaz

    Bence yazın harika olmuş. Özellikle kullandığın görsellerin yazıyla olan uyumu çok hoş ve bence bu kadar yaygın ve popüler bir konuya başka düşünürlerin gözünden yaklaşmış olman yazıyı dahada ilgi çekici bir hale getirmiş. Dumlupınar yazından da çok etkilenmiştim. Böyle devam…
    imza: Bir Hayran :D