Guillermo del Toro’yu önceki filmlerinde oturtmuş olduğu (Pan’ın Labirenti, Kızıl Tepe) mizacıyla tanıyoruz. Genellikle fantastik unsuları gerçek hayatın içine ustalıkla entegre ediyor ve bunu yaparken her kesimden insana dokunabiliyor. Aslında del Toro’nun bizlere sunduğu; pürüzlerinden arındırılmamış masallar. Bu masalları bize çatışmanın ve karanlığın içinden anlatıyor, mucizelerin en umutsuz yerlerde bile karşımıza çıkabileceğini ispatlıyor.
Suyun Sesi, 1960lı yıllarda Soğuk Savaş’ın etkisinin en fazla görüldüğü yıllarda Amerika’daki bir araştırma merkezinde hademe olarak çalışan Elisa’nın hikayesini konu alıyor. Elisa, doğumundan beri sahip olduğu kusurlarının onu eşsizleştireceği ve olgunlaştıracağı bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuğu onun için özelleştiren, fiziksel olarak benzerlik taşımasalar da ruhani ve duygusal yönden şaşırtıcı biçimde benzediği bir yaratıkla yollarının kesişmesi. Bu gibi fantastik öğelerin hayatın katı gerçekliğiyle başarıyla harmanlandığı film “En İyi Yönetmen”, “En İyi Film”, “En İyi Senaryo” ve “En İyi Prodüksiyon Tasarımı” dallarında 4 Oscar’a layık görüldü. Guillermo del Toro’nun Oscar konuşmasında da belirttiği gibi, Suyun Sesi orijinalliği ve zengin görsel unsurlarıyla genç sinemacılara şimdiden ilham verecek gibi gözüküyor.
Konuşmayı izlemek isteyenleri şöyle alalım:
Canavar dediğimiz kimdir, nedir? Amerika ve Rusya liderlerinin Soğuk Savaş boyunca galip olmak adına her şeyi gözden çıkarmaları ve bir canlının acı çekişine büyük bir zevkle tanıklık edişleri yaratığı seyircinin gözünde yükseltirken, siyasi çatışma ortamının acımasızlığını göstermekten de geri kalmıyor. Yani, canavar dediğimiz insandan başkası değildir. Filmde gördüğümüz yaratık, yalnız ve derdini anlatabilme yetilerinden yoksun. Elisa’nın da en az onun kadar yalnız oluşu ve konuşamıyor olması onu tanıdığı diğer tüm insanlardan ayırıyor. “O, bana baktığında beni eksik görmüyor.” diyor Elisa, yaratıktan bahsederken. Eksik görmüyor çünkü birbirlerine her baktıklarında bir tamamlanma söz konusu.
Suyun Sesi büyüsünü, sinematografisi ile sağlıyor. Görüntü yönetmeni Dan Lausten’ın kazanılan 4 Oscar üzerindeki etkisi en az Guillermo del Toro kadar fazla. Her mekan, birbirinin devamı niteliğinde karşımıza çıkıyor. Elisa’nın evi, sanki hep su altında kalmış gibi duvarlarında ve yerlerde çatlaklar barındırıyor, evin içindeki ışık soğuk ve mavi-yeşil tonlarında. Zaten filmin geneline bakıldığında, renk paletinin yeşil olduğunu görüyoruz. Palet seçiminde renklerin anlamlarına bakıldığında bir terslik olduğu anlaşılıyor. Mavi ve yeşili, doğalarında soğuk renkler ve aslında renk sembolizminde genel olarak hüzün, gerginlik, ölüm veyahut kötü olayların habercisi olarak görürüz. Del Toro, çoğu zaman yaptığı gibi “karanlığın içindeki masalsılığı” vurgulamak için bu soğuk renkleri yıkıcı değil de yapıcı birer unsur olarak kullanıyor. Başka bir renk sembolizmi ise Elisa’nın yaratığı gördüğü ışıkla diğer karakterlerin gördüğü ışığın renginin farklı olması. Elisa onu daha sıcak renkler altında görmesi, aralarındaki ilişkinin gücünü kanıtlıyor.
“Su” metaforu, filmin tamamını kaplıyor ve aslında gördüğümüz aşk hikayesinin bir özeti niteliğinde. Suyun yeşili mesela, bahsedildiği üzere her yerde; çünkü Elisa’nın gerçekliği, su. Geldiği ve geri döneceği yer su. Suyun altında söylenen hiçbir şey duyulmaz, duyulsa dahi anlaşılmaz. Suyun içi sessizdir, derindir ve bilinmezdir. Tıpkı Elisa’nın yaşadığı ilişki gibi, başlamak için cesaret gerektiriyor çünkü bilinmezliğe adım atıyor. Tıpkı dibini göremediği bir suya atlamak gibi. Öyle çekici, öyle ürkütücü.
Suyun Sesi, mutlu bir masal değil. İçinde tüm olasılıkları barındıran pürüzlü bir masal. Soğuk savaş atmosferini baskıcılığına ve acımasızlığına karşın birbirini seven iki canlı, kulağa umut verici geliyor değil mi? Zamanının çok öncesinde doğmuş iki canlıdan bahsediyoruz. Tanışmalarının gerçekleştiği laboratuvar ortamı da 1960’lara göre son derece fütüristik tasarlanmış. Onlar için tasarlanmış yepyeni bir dünya; zamanın içinde yepyeni bir zaman. Del Toro, bu zamanın içerisine izleyiciyi de katıyor, filmin boğucu ve aynı zamanda umut dolu atmosferi bizleri içine çekiyor. Suyun Sesi’ni duyuyor ve aslında dikkatli baktığımızda “su”yun her yerde olduğunu anlıyoruz. Masallar beklediğimizin aksine mükemmel olmasalar bile, en yıkıcı anlarında bile umudu görmek mümkün. Elisa’nın gördüğü gibi.
Kaynaklar:
https://www.telegraph.co.uk/films/0/shape-water-reviewguillermo-del-toros-beautiful-blood-curdler/
Colors Play a Key Role in Production Design of Guillermo del Toro’s ‘Shape of Water’
https://www.vox.com/culture/2017/9/12/16288080/shape-of-water-del-toro-review-best-picture
https://www.theverge.com/2017/9/13/16301586/the-shape-of-water-review-guillermo-del-toro-movie-musical-sally-hawkins
https://www.theatlantic.com/entertainment/archive/2017/12/the-cinematic-magic-of-the-shape-of-water/547850/
Nurcan Zenginer
Bengisu tebrik ediyorum, harika bir eleştiri olmuş. İnanılmaz bir tesadüf bu filmi daha yeni, geçtiğimiz haftasonu, izledim. Üstüne senin yorumun çok iyi geldi bana. ???