Ingiliz aksanını sevenler el kaldırsın! O halde sizi İngiltere’nin göbeğine, Londra’ya götürüyorum. Daha doğrusu siz Netflix hesabınızdan ulaşıyorsunuz bahsedeceğim mini diziye. Mini diyorum çünkü yalnızca dört bölümden oluşuyor. Sezon sezon izlemeye doyamadığınız dizilerin tam tersi anlayacağınız. Ya da uzun dizilerden sıkılanların ilgisini çekecek türden olabilir. Dört gün, dört gece ve son… Karşınızda Collateral!
Vatanseverliği silah olarak kullanılan askeri,
Kaçak ve terörist Müslümanları,
İnsan kaçakçısı Türkleri,
Yozlaşmış İngiliz istihbarat ajanları,
Farklı dünyalardan birbirine aşık olmuş eşcinsel çiftleri,
Annesine bakmak zorunda ve para uğruna değerleri hiçe saymaya hazır bir çalışanı,
Kafası karışık politikacıları,
Ve işini “layığıyla” yapan İngiliz polisleri ile karşınızda Collateral!
Söylediklerim size bir yerden tanıdık geldi mi? Bu dünyada yaşayan her bireyin en az bir kere duyduğu, izlediği veya karşılaştığı basmakalıp insan tiplemeleri olabilir mi?
İşte, kesin hatlarla çizilmiş, etiketlemelerin tavana vurduğu bir diziyle karşı karşıyayız. Evet, bundan önce de birçok farklı ülke yapımı diziler, filmlerle tanıştık. Her biri üretildiği ülkeler hakkında yalan veya doğru bilgilerle doluydu. Her biri tüketiciyi zehirleyen veya aydınlatan yapıya sahipti. Ancak çoğunun ortak noktası, izleyiciye açık kapı bırakmasıydı. Çünkü en gözü kapalı görünen yapım bile insanı sorgulamaya iter ister istemez. Siyah, beyaz ve en önemlisi GRİNİN de olabileceğini görürüz. Diğer bir deyişle, iyiyle kötü kavramlarının iç içe geçtiği, tek bir zihinde ikisinden de olduğunun kanıtı ve gerisi izleyicinin takdiri…
İşte Collateral gri alanları tamamı ile boş bırakmış, yok saymış. Konusu veya süresinde değil, anlatış biçiminde tökezlemiş. Dört bölüm süresince de ayağa kalkabildiğini sanmıyorum açıkçası. İşledikleri konu şimdiye kadar birçok kez gözlerin aşina olduğu cinsten diyebilirim. Londra detektifleri, bir pizza dağıtıcısının tek seferde profesyonelce öldürülmesinin izini sürmeye başlar. Kim, neden öldürüldü? Dedektifler olayı çözmeye çalışırken ise asıl mesaj İngiliz toplumunun belli nedenlerle değişimine ışık tutmaya çalışır. Biz izleyiciler de yukarıda bahsettiğim insanların durumlarına çok açık bir şekilde tanık oluruz. Buna tanık olmak denemez, daha çok kör göze parmak sokan cinsten.
Evet, belli ön yargılarımız var. Deneyimlerimiz veya daha deneyimleyemeden perde çektiğimiz yargılarımız olabilir. Olmak zorunda çünkü insanız. Kimse hayata tamamen objektif bir bakış açısıyla bakamıyor, bakamaz. Sübjektif kelimesinin bir anlamı olması gerekiyor sonuçta… Dizinin “dünyayı ve insanları” sunuş şekli çok yüzeysel kalıyor konunun kendisine göre. Her şeyin bu kadar kolay açıklaması olsaydı zaten sorunların tespiti daha kolay olurdu belki de.
Millet, din, dil, ırk ve bunlar gibi kavramların nesillerdir ayrıma konu olduğunu elbet kavrayabiliyorum. Ancak Türk bir çevirmen olan Berna karakterini sadece ırkından vurmuyor dizi. Sorgulanmasa nedeni insan kaçakçılığı ancak konu başka yerlere gidiyor. Sanat gibi ayrımcılığın olmadığı bir kavram üzerinden de zorluyor. Sinemanın sularına girmeye çekinmeden ileri gidiyor ve ortaya şöyle bir konuşma çıkıyor:
-Altyazı çevirmeniyim. Türk Sineması çok gelişti. Çoğu insan Nuri Bilge Ceylan’ın aktif en büyük yönetmen olduğunu düşünüyor. Kış Uykusu’nu izlediniz mi?
+İngiliz yerel sinemalarında gösterime girdi mi?
Buradaki aşağılama sinemanın, sanatın ve dahası emeğin aşağılanmasıdır. Birleştirici gücü olan sinemanın, politik kavgalar uğruna küçümsenmesidir. Demem o ki, anlattığım hiçbir şey dikkatinizi çekmediyse, belki Nuri Bilge Ceylan’a yapılan gönderme size dokunur.
Elimden geldiğince “yansız” izlemeye ve açıklamaya çalıştım. Umarım izler ve siz de kendi yorumunuzu bırakırsınız bir yerlere.
İyi seyirler, kendinize iyi davranın.
FRAGMAN:
https://www.youtube.com/watch?v=ax22RTERi5E