Lars Von Trier ve Depresyon Üçlemesi

Gerek çekim teknikleri olsun gerek üslubu olsun Trier bağımsız sinemanın devlerinden biri haline gelmiştir. 1956 yılında Kopenhag’ta doğmuş olan Trier çocukluğundan itibaren her zaman sinemaya ilgili ve alakalı olmuştur. Gelin sinema severlerin ve eleştirmenlerinin “Depresyon üçlemesi” diye tabir ettiği bu üç filme bir göz atalım.

Yönetmenin ilk izlediğim filmi ve belki de en ünlü filmi olan “Nymphomaniac” dı. Doğruyu söylemek gerekirse film çok cesur bir film. Film de cinselliğin bu kadar ön planda olması çoğu insanı belki de büyük bir ikileme sürükledi. “Sinema da bu kadar açıklık olmalı mı?” gibi soruları çokça sorgulattı. İlk çıktığı zamanlarda Türkiye’de yayınlanıp yayınlanmaması da büyük bir muamma haline gelmişti. Yönetmenin insanlar içerisinde oluşturduğu bu dilemma bile muazzam kendi fikrimce. “Sinema da bu kadar açıklığı görmek izleyenleri rahatsız ediyor mu etmiyor mu? Gerçekten de “sanatta ayıp yok mu?” gibi ayrılıklara sebep oldu. Filmin kısaca bir özetini geçmem gerekirse baş kadın karakterimiz Jo (Charlotte Gainsbourg) filmin başlangıcında sokakta yatar halde karşımıza çıkıyor. Seligman (Stellan Skarsgard) karakterimiz Jo’yu kurtarıyor ve evine getiriyor. Jo uyandığında Seligman’a hikayesini anlatmaya başlıyor. İkili bir diyalog halinde başlayan film içinde flashbackler (geriye dönüşler) barındırıyor ve geçmiş ile şimdiki zaman şeklinde ilerliyor film. Film de en zekice bulduğum ve her izlediğimde “bu yönetmen bunu nasıl düşünmüş” dediğim bir detay var. Film chapterlara (bölümlere) ayrılmış ve bu bölümler isimlerini odada bulunun eşyalardan veyahut detaylardan alıyor. Örneğin duvarda ki bir lekeye yönetmen zoom yaptığında, aslında o lekenin bir şekil olduğunu anlıyoruz ve bu şekilden yola çıkarak bir chapter oluşuyor. Ya da odada bulunan bir kaset Jo karakterinin hikayesiyle örtüşüyor ve yeni bir chapter, (hikaye) ortaya çıkıyor. Beni her izlediğimde yeni bir anlam çıkarmaya iten bir diğer detay ise, filmde din ve felsefeye dair atıfların bulunması. Sahnelerin içinde saklı olan bu detayları ince ince işlemiş olan yönetmen, seyirciyi dikkatli olmaya çağırıyor ve her zaman görme yetisini genişletmesi gerektiği yönünde uyarıyor adeta.

İkinci olarak bahsetmek istediğim film ise Melancholia. Ne kadar bu üç filmi objektif bir bakış açısıyla izlemeye çalışsam da Melancholia benim favorim olabilir. Oyuncu kadrosundan yine ödün vermeyen Trier, bu filmde de kemik kadrosunu oynatmış. Nymphomaniac’daki başrol oyuncumuz Charlotte Gainsbourg, bu filmde de başrollerimiz Kirsten Dunst ve Alexander Skarsgard ile filmde yer alıyor. Filmin konusunu kabaca özet geçmem gerekirse Justine (Kirsten Dunst) ile Michael (Alexander Skarsgard) düğünleri için Claire’in (Charlotte Gainsbourg) evine gidiyorlar fakat Melancholia adlı gezegenin dünyaya çarpacağı söylentileri dolaşıyor. Düğün kimsenin beklediği gibi gerçekleşmiyor ve bir anda kendinizi bir distopyada buluyorsunuz. Bu distopyada gerilimi ve kişisel hesaplaşmaları içinizde hissediyorsunuz. Diğer filmlerinde olduğu gibi Trier bu filminde de alıntılar ve atıflar da bulunuyor. Filmin adeta bir tablodan fırlamış gibi çekilmesi, renklerin, karakterlerin uyumu estetik algınızı güçlendirdikçe güçlendiriyor. Yine seyircinin pür dikkat izlemesi gereken bir film olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Filmi eğer birden fazla kez izlerseniz detaylar sizi büyülecektir. Her izlediğinizde kaçırdığınız detayları farkedicek ve bu distopyanın içinde kaybolacaksınız. 

Depresyon üçlemesinin en son filmi ise Antichrist. Hristiyanlıktaki karşılığı, şeytanın doğacak çocuğu ve takipçilerine cehennem yolunu gösterecek olan kişi anlamına geliyor. Belki de Trier’in en kasvetli ve karanlık filmi Antichrist. Film de yine Trier kemik kadro oyuncularından şaşmıyor. Charlotte Gainsbourg ve Willem Dafoe başrolleri paylaşıyor. Karı-koca olan bu iki karakterimizin çocukları filmin başında hayatını kaybediyor. Bu olayın etkisinden kurtulamayan çiftimiz, kendilerini şehir hayatından izole edip, dağ evine taşınıyorlar ve burada hiç beklenmedik olaylar başlarına geliyor. Filmi bitirdiğinizde “neydi? ne oldu?” ikilemine düşüyorsunuz. Adından da belli olacağı üzerine içinde çok fazla dine atıfta bulunan sahneler var. Duygusal yönüne gelirsek, oyuncuların muhteşem oyunculukları sayesinde filmde ki buhranı ve kederi hissetmek çok mümkün. Sahnelerin rahatsız ediciliği ve cinselliğin çok özgürce ön planda olması yine büyük bir sansasyona sebep oluyor. Trier yine bizi şaşırtmadan önümüze alışılagelmişin dışında bir film sunuyor.

Gerek tarzı, diyalogları ve cesareti olsun Trier bağımsız sinemanın devlerinden biri. Gaspar Noe gibi başarılı yönetmenlerin de izinden gittiği bir yönetmen. Ne kadar kafamızda büyük soru işaretleri bıraksa ve sanat algımızı sorgulatsa da izlenmeniz gereken ve üstüne düşünmeniz gereken yönetmenlerden biri. Umarım sizler de benim gibi izlediğinizde beğenir ve filmin her sahnesini iliklerinizde hissedersiniz.

Kaynakça

Leave a Reply