Ekonomide yaygın bir durumdur ki ticari ve finansal açığı olan yani ödemeler dengesinde sorun yaşayan gelişmekte olan bir ülke, bunu telafi etme amacıyla yabancı yatırımlara ve borca başvurur. Bunun olması için kapitalist ekonomik regülasyonlarda bulunur ki yabancı yatırımcının ilgisini çeksin. Özellikle Türkiye’de Özal’dan beridir süregelen bu eğilim var olmakla beraber yabancı yatırımcının sanki bir asa uzatıp hepimizi içinde bulunduğumuz bataklıktan çıkaracakmış gibi bir hale bürünüyor düşünceye kapılıyoruz. Konuya dönersek, özellikle yüksek faiz oranları yatırımcıların doğrudan yatırımdan kaçmasına ki bu özellikle birincil ve ikincil faaliyetler açısından çok ciddi bir dezavantajdır, portföy adı verilen mevduat, bono, fon dediğim finansal varlıklara kaymasına sebep olmaktadır.Bu durum ne gibi bir dezavantaja sebep olur? Kısaca istihdamın olmamasına, para akışının sadece sermaye ve servet sahipleri arasında gidip gelmesine hane halklarının bunlardan çok cüzi bir şekilde faydalanmalarına sebep olur. Demek istediğim gelişmekte olan ülke hala gelişmekte olur hem de sınırlı bir şekilde.
Fakat ayrıca düşünülmesi ve dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, sömürücü konseptin hala sosyal ve ekonomik yapılarda geçmişten bugüne devam etmektedir. Ayrıca gelir eşitsizliği de gelişmekte olan ülkelerde devam eden bir olgudur çünkü üretim faktörleri ve emek kapitalist ekonomilerde gözardı edilmektedir(1). Böylelikle gelir akışı sermaye sahibinin lehinde sonuçlanmaktadır yani gelir eşitsizliği gün geçtikçe daha da artmaktadır. Bu bahsettiğim durumlar özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde portföy yatırımlarıyla ve dış borçlarla doğrudan ilgilidir. Özellikle Keynezyen ekonomik yaklaşımlar piyasa sosyal ilişkilerden veyahut yarattıkları sosyal etkilerinden ayrı düşünülemeyecek kadar önemli olduğuna işaret etmektedir ve bu aktiviteler konusunda uyarılarda bulunmaktadır. Daha açık olmak gerekirse, istihdamın olmadığı ekonomik aktivitelerin sosyal yapıyı ve toplumu çok büyük bir sıkıntıya uğratacağını belirtmekte ve toplumun korunması gerektiğine dair uyarılarda da bulunmaktadır.(2) Aksi takdirde üretimsiz gerçekleşen ekonomik büyüme paranın o piyasada balon gibi şişmesine ve altyapısı doldurulmamış bir düzenin çok daha kırılgan olacağına işaret eder. Bu suretle yabancı yatırımcı çağrılırken kendisini ülkenin salahına uygun olabilecek yani birincil ve ikincil ekonomik faaliyetler temelinde tercihler yapmaları konusunda adeta bir ekonomik diplomasinin yapılması öyle zan ve temenni ediyorum ki yerinde olacaktır. Bu konuda ekonomistlerin yanında ekonomik politik üzerinde kendini geliştirmiş diplomatlara çok iş düşmektedir.
Liberalleşme kısmi olarak iyi bir şeydir çünkü özellikle Sovyetlerin yıkılışı, neoliberal politikalar neticesinde serbestleşmenin meydana gelmesi; yaptırımların ve kısıtlamaların çoğunlukla ortadan kalkması ilk bakışta kulağa hoş bir ezgi gibi gelse de temelinde sendikalaşmanın bir kenara atılmasına, eğitim ve sağlık alanında yatırımların es geçilmesine, tüketici toplumun meydana gelmesine, gelir eşitsizliği ve serbest piyasa ekonomisinin azınlıkta kalan kesimine devasa refah ve zenginlik sağlayarak geride kalanlara zenginliğe ulaşma adına vaatlerde bulunup artı değer üzerinden sömürmesine sebebiyet vermektedir. İlginçtir ki Obama geçtiğimiz yıl gelir eşitsizliğinin bu yüzyıldaki en büyük mücadele edilmesi gereken mefhum olduğunu söylemiştir(3). Vatikan yönetiminin lideri Papa I. Francis benzer şekilde Marksist olmadığını vurgulayıp eşitsizliğin toplumsal yıkıcılığın ve hastalığın nedeni olduğunu söylemiştir. Hatta ülkemizde Türkiyenin en zengin üç ailesinden biri konumunda olan Koç ailesine mensup Ali Koç bile kapitalizmi eleştirmiştir(5). Elbette ki burada her eleştirel gazeteci ve yazarların yaptığı kinayelere bir yenisini eklemek suretiyle heccavlık yapacak değilim. Meseleye psikoloji disiplininden bakmayı uygun görerek yorumlamak istiyorum. Bu aslında bir bilişsel uyumsuzluktur(cognitive dissonance) ve insan içinde bulunduğu çelişkiden kurtulmak için bazı bahaneler üetir. Örneğin kapitalizm kötüdür ama ne yaparsın milyon dolarlara da sahip olmak istiyorum. Özellikle zenginliğin dağılımındaki eşitsizliği ve ‘mülkiyet ahlaksızlıktır’ sözünü göz önünde bulundurduğumuzda diğergamlığım esamesinin bile okunmadığını belirtmek isterim. Holdingin en tepesindeki adam bunları söyleyerek çalışanlarına ödemeler konusunda göz kırpmaktan ziyade sadece kendini rahatlatmayı binevi muhteşem kudrete nazır servetini meşrulaştırma gayretine subliminal olarak girebiliyor. Belki samimidir belki değildir bilinmez ama bildiğim bir şey var o da dokuz yüz milyon lira, üç bin yediyüzelli kişinin ayda iki bin lira maaşı on yıl alabilmesine tekabül eder. Bir milyar yazmadım çünkü hesap makinesine yazmaya kalktığınızda ‘e’ harfini görüyorsunuz. Hatta şöyle bir ipucu vereyim; birden başlayarak bir milyara kadar saymak isterseniz- hiç durmadan, başka hiçbir şey yapmadan- normal bir insan ömründen daha uzun bir sürede bitmesine denk geliyor. Yani aklımın alamayacağı bir zenginlik var ve biz eser miktarını kazandığımızda ya fatalist ya da hedonist yaklaşımlar içine giriyoruz. Şimdilik kıza asgarisini söyleyeyim gelin de katma değeri dahil gerisini ikinci yazıda anlasın.
İpek, Pnar. “Ataerkil Kapitalizm” ve Biz %99: Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Sermaye adlı kitabının bir değerlendirmesi (“Patriarchal Capitalism” and We are 99%: Book review of Thomas Piketty’s the Capital in the 21st Century)
Keynes, J. M. “İstihdam, faiz ve paranın genel teorisi”
http://www.amerikaninsesi.com/a/amerikada-gelir-esitsizligi-ciddi-bir-sorun/1841232.html
http://t24.com.tr/yazarlar/cemal-tuncdemir/papa-marksist-degilim-ama,8054
http://www.haberturk.com/ekonomi/is-yasam/haber/1178715-kapitalizmin-daha-adaletli-bir-sisteme-donusmesi-gerek