Yemek sadece bir ihtiyaç değil, aynı zamanda bir kültür ve deneyim. Ancak bir tabak yemeğin ne kadar ötesine geçilebileceğini hiç düşündük mü? The Menu (2022) filmi, sadece damak tadına hitap eden bir hikaye anlatmıyor; aynı zamanda lüks tüketimi ve ekonomik sınıfların gergin ilişkilerini masaya yatırıyor. Film, yüzeyde bir gurme yemeği anlatıyor gibi görünse de derinlerine indiğinizde zenginliğin, sınıf ayrımının ve tüketim kültürünün eleştirel bir alegorisi olarak karşımıza çıkıyor. Karanlık bir mizahla süslenmiş bu hikaye, ekonomik gücün sadece piyasalar ve sermaye üzerinde değil, kültür ve tüketim alışkanlıkları üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu gözler önüne seriyor.

The Menu, ekonomik gücün toplumsal düzen üzerindeki etkilerini incelerken, her lokmada kapitalist sistemin sembolik yansımalarını sunuyor.

Filmin ana mekanı olan lüks restoran, yalnızca zenginlerin girebildiği bir kale gibi. Bu restoran, ekonomik anlamda toplumsal piramidin zirvesindekilere hizmet ediyor. Her tabak, aşırıya kaçan bir titizlikle hazırlanmış ve fiyatı, sıradan bir insanın bütçesinin çok üzerinde. Bu durum, elitizmin en belirgin göstergelerinden biri: Para, sadece daha iyi yiyeceği değil, daha “özel” deneyimleri de satın alıyor. Bir tabak yemeğin fiyatı artık sadece malzemelere değil, o tabağın sembolize ettiği statüye de dayanıyor.

Görsel kaynağı: The Keysmash Blog

Kapitalizm ve Yemeğin Dönüşümü

Günümüz kapitalist ekonomisinde lüks tüketim, artık sadece bir harcama biçimi değil, aynı zamanda bir güç gösterisi. The Menu‘de de gördüğümüz gibi, lüks restoranlar artık sadece yemek yiyebileceğiniz yerler değil, deneyimin kendisi. İnsanlar, “basit” bir yemek yerine, daha fazla ödeme yaparak hikayesi olan, sanat eseri gibi sunulan yemekleri tercih ediyorlar. Bu, kapitalizmin “değer yaratma” süreçlerinden biri: Yüksek fiyatlarla tüketiciye sunulan şey aslında sadece ürün değil, ürünün etrafındaki anlatı, yani prestij.

Ancak bu ekonomik düzenin bir sonucu olarak, insanlar bazen tüketim deneyiminin içeriğiyle değil, fiyatıyla ilgilenir hale geliyorlar. Filmdeki bazı karakterler, restoranın sunduğu yemeklere olan gerçek ilgilerini kaybetmiş, sadece “orada olmak” için para harcayan insanlar haline gelmiş durumda. Bu da günümüz ekonomisinin bir başka çarpıcı eleştirisi: Sahip olduğunuz şey değil, onun hakkında başkalarının ne düşündüğü önem kazanıyor.

Restorandaki İktidar Dinamikleri

Filmdeki şef, sadece yemek yapmıyor; aynı zamanda restorana gelenlerin yaşamlarına da hükmediyor. Şef, tüm akşam boyunca konukların her hareketini kontrol altında tutarak onlara psikolojik bir baskı kuruyor. Örneğin, her yemeğin arkasında şok edici bir hikaye veya ders gizli ve konuklar, bu lüks deneyimin sadece tüketici değil, bir tür kurban olduklarını yavaş yavaş fark ediyorlar. Şef, zengin müşterilerin hayatlarındaki boşluğu ve yüzeyselliği yemeklerle yüzlerine vururken akşamın ilerleyen saatlerinde planlarının ne kadar ölümcül olduğunu da açığa çıkarıyor. Bu güç, ekonomik bir baskı ile birleşiyor; para burada kurtuluş sağlamıyor, aksine onların sonunu hazırlayan bir tuzağa dönüşüyor. Şef, konuklarının servetlerine ve sosyal statülerine meydan okuyarak, onları sadece yemeklerin değil, aynı zamanda kendi hatalarının sonuçlarıyla da yüzleşmeye zorluyor. Zengin müşteriler, şefin kuralları altında şekillenen bu mikrokozmosta aslında ne kadar güçsüz olduklarını fark ediyorlar. Para, burada onları kurtaramıyor. Bu, kapitalist ekonomilerde paranın her kapıyı açtığı inancına karşı güçlü bir gönderme. The Menu, “paranın gücü her şey midir?” sorusunu sormaktan çekinmiyor ve çoğu zaman bu gücün aslında bir yanılsama olduğunu gösteriyor.

Filmde zenginlik ve güç gibi kavramlar, özellikle kriz anlarında etkisiz hale geliyor. Bu, modern ekonomik sistemlerde sıkça gördüğümüz bir fenomen. Büyük finansal çöküşlerde ya da kriz anlarında sermayenin ve servetin ne kadar kolay buharlaştığına şahit olduk. Örneğin, 2008 Küresel Finansal Krizi, milyarlarca dolarlık servetin kısa sürede nasıl yok olabileceğini gösterdi. Bankalar iflas etti, dev şirketler çöktü, birçok insan bir anda işsiz ve evsiz kaldı. O süreçte paranın, özellikle de aşırı zenginlerin sahip olduğu büyük servetlerin bile ne kadar kırılgan olduğu net bir şekilde görüldü. The Menu de adeta bu güç oyunlarını, restoranın kapalı ve baskıcı atmosferi içinde simgeleştiriyor. Zengin müşteriler, restorandaki şefin kurallarıyla tamamen şekillenen bir dünyada, sahip oldukları servetin bile onları gerçek tehlikelerden koruyamayacağını fark ediyor. Paralarının gücüne olan inançları, şefin mutlak otoritesi karşısında hızla çözülüyor. Film, ekonomik anlamda en tepede olduklarını sanan bireylerin bile belirli koşullar altında nasıl güçsüz kalabileceklerini etkileyici bir biçimde yansıtıyor. İzlerken filmin atmosferi gereği ürkmenin yanı sıra durmadan da düşünmeye itiliyoruz.

The Menu, yemek ve restoran kültürü üzerinden zenginliğin ve kapitalist sistemin en uç noktalarını sorgulayan bir yapım. Filmdeki karakterler, maddi zenginliklerine rağmen, aslında ne kadar savunmasız olduklarını fark ediyorlar. Ekonomik elitlerin dünyasında para, statü ve güç bile bazen yetersiz kalabiliyor. Bu film, bize bir kez daha lüks tüketimin, sosyal statünün ve kapitalist sistemin bireyler üzerindeki etkilerini hatırlatıyor. Yemekler belki kusursuz, deneyim belki eşsiz, ama geriye sadece sorulacak tek bir soru kalıyor: Bu sistemde asıl kimin yemeği oluyoruz?

Kaynakça

(Görsel) “The Menu Movie Review”, The Keysmash Blog. Erişim adresi: [https://thekeysmashblog.com/the-menu-movie-review/]

Leave a Reply