“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim aynalar?” (Yaş Otuz Beş) Ne güzel anlatmış Cahit Sıtkı. Beş satır, dört cevapsız soru ve bir ömür… Ve devam eder; ‘’Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç fark ettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, insan bu yaşa gelince anlarmış.’’
Gençken ne zaman öleceğinizi asla düşünmezsiniz. Azrail’in sopasıyla gelip sizi ne zaman dürteceği aklınızın ucundan dahi geçmez. Siz öyle oturur yoldan geçen arabaları sayarsınız, elektrik direklerini sayarsınız küçük bir camın kenarından, bir yanıp bir sönen sokak lambalarını, lunaparktaki dönme dolabın kaç tur attığını sayarsınız. Dalgaların sahile kaç defa vurup geri döndüğünü… Kaç defa bu son deyip yaşamaya yeniden başlamak zorunda kaldığınızı sayarsınız. Sevgili John Lennon’un şarkılarının bir tanesinden hayatıma oturttuğum bir sözü vardır: “Hayat,” der, “biz gelecek için planlar yaparken, başımızdan geçenlerdir.”
Şimdi dürüst olun ve basit bir cevap verin. Öldüğünüz günü hatırlıyor musunuz? Hayatınızın kaçıncı dakikasında kesildi nefesiniz ve bir daha neredeyse hiç alamayacakmış gibi hissettiniz? Çoğunuzun beyinlerinde daha o ilk saniyede beliren cevaplara rağmen şaşkın bakışlar hayal ediyorum karşımda. Gözleri kocaman açılmış ve soruyu gayet iyi anladığı hâlde tekrarlamamı bekleyen meraklı bakışlar hayal ediyorum. Aslında hepimiz sorunun ne denli aşikâr olduğundan haberdarız, öyle değil mi? Evet, basit bir konuya tutundum bugün. Sıradan bir konuya… Aslında bütün ömrüm boyunca belki de adaletine inandığım tek bir konuya. Kjersti Skomsvold’dan bir hikâyeye. Bir ölüme. Ve onu hayatından çıkaramayan bir kadına… Kendi deyimiyle, yaşadığı her mutlu anı kederle ödemek zorunda olduğuna inanan bir kadına… Bazı şeylere veda etmeye bizden daha hevesli ve daha yakın olan bir kadın; Mathea. Biraz yorgun, biraz birikmiş ve şakaklarındaki kar tanelerini toplamaya dermanı kalmamış yaşlı bir teyzemiz. Bütün hayatını ölüme adayarak yaşamış, kendini o âna kelepçelemiş ve bu yüzden içinde bazı bazı beliren küçük yaşama ümitlerini de bir nefesle söndürmeyi büyük bir kahramanlıkla üstlenmiş bir karakter kendisi.
Tutunduğum asıl nokta da burası. Biz insanlar bize rahatsızlık veren şeylerden kaçmaya o kadar alışmışız ki, kendimize yeni, basit, güvenli, güvensiz küçük yaşama modelleri inşa etmişiz. Mathea gibi yaşamaktan, kafamızı kaldırıp herhangi bir insanla göz göze gelebilme ihtimalinden, kapının eşiğinde herhangi biriyle sohbete girme münasebetinden veya birilerinin bir gün bizi fark etmesinden o kadar korkuyoruz ki, kendi küçük inlerimizde küçük mutluluk oyunlarımızı oynuyoruz defalarca. Kitapta canımı acıtan bir olay örgüsü vardı. Bir yandan dünyayı gezme planı yapan karakterimin, diğer yandan kendi cenaze törenini planlaması ve törende kendine söylenmesini istediği sözcükleri bir kâğıda iliştirmesi biraz garip geldi. Hatta Mathea bir keresinde, “Şimdi bana anlamlı gelen tek şey son sözlerimin ne olacağıdır,” demişti. Okurken defalarca karakter üzerinde çelişkiye düştüm. Benim için bir insan yap heptir ya hiç. Devam eder gibi yapıp vazgeçmek de neyin nesiydi? Çelişkiler havuzuna düştüm birden. Sonra dönüp; Yaşamın bir şans olduğunu anlayacağım bir gün gelecek dedim, kendime. Ve ertesi gün öleceğim.
Ellerinizle son sayfaları ayıklarken; zayıf bedenini soğuk sulara bırakan karakterimin hayat karşısında belirgin bir duruş sergileyememiş olmasının acısını nasıl çıkardığını rahatlıkla görebilirsiniz. İntihar çok acınası bir ölüm biçimidir bana göre. Cesur insanların kalemi intihara yanaşmaz. Kendini bulamadığın bir gün, birileri bedenini bulur bir nehrin kıyısında veya küçük bir dairenin rutubetli odasında. O yüzden ben hep kendini tanımak derim. İnsan kendiyle yaşamalı ve yaşlanmalı. Eşyalara, objelere, gelip geçen kalabalığa, sahip olduğu şeylerin otoritesine değil. Kendi çizgilerinin üzerine basabilmeli bir insan. Saygılarımla…