“İyi bak yıldızlara, onları belki bir daha göremezsin…” (Hikmet,1932)

Hepimizin hayatına, belki yaşam öyküleri ile belki yazdıkları ile küçük ya da büyük iz bırakan, pek çok edebiyatçının ve devrimcinin, demir parmakların gölgesine sığınarak yattığı, sayısız devrimcinin son sözlerini söylemeye dahi fırsat verilmeden boyunlarının büküldüğü, bir neslin iliklerine işlemiş korkusu: Ulucanlar Cezaevi, halkın ve canı yananların deyimiyle ‘Ölücanlar’.  

Şairlerin kelimelerini hangi bedellerin uğruna satırlara acıyla işlediğini hatırlatan, duvarlarına hem fısıltıların hem çığlıkların sinmiş olduğu Ulucanlar Cezaevi Müzesi, geçmişin ağırlığını bize attığımız her adımda hissettiriyor. 

Girdiğimizde tecrit odalarından gelen ‘bırakın beni’ çığlıkları karşılıyor bizleri, tecrit odalarının upuzun koridorunda yürürken duyduklarınıza bunca yıl kulaklarınızı ne kadar tıkamış olsanız da yeniden delip geçmeye; kulaklarınızı acıtan bir yankıya dönüşmeye yetiyor.  

Müze genelinde belki de sıradan insan hayatı için çok basit denebilecek; tabaklar, film afişleri, 1950 etiketli Sümerbank battaniyelerini ve her yanı pas tutmuş dolaplarla bir cezaevinde karşı karşıya gelmek insanın kendi yarattığı gerçekliği ile sert bir şekilde yüzleşmesine sebep oluyor.  

En çok etkilendiğim ise duvarlardaki notlar oldu. Özellikle de çocukların babalarına yazdığı o masum satırlar. ‘Baba, ne zaman döneceksin?’. Eğer okumaya yüreğiniz dayanırsa, yalnızca bu küçücük notlardan bile nasıl büyük bir insanlık suçu işlendiğini anlayabilirsiniz. Elbette pek çok siyasi mahkûmun ailelerini üzmemek için gerçekleri sakladığını da görüyoruz.  

Müzedeki bir sonraki adımımız ise 9. ve 10. Koğuşlar oluyor. Mahkumlar arasında ‘Hilton Koğuşu’ olarak nam salmış, sözde bu özel ve ayrıcalıklı koğuşlar, Ankara manzaralıymış. Bu koğuşta kimler yatmamış ki? Osman Bölükbaşı, Bülent Ecevit, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Nazım Hikmet, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Yılmaz Güney, Ahmet Emin Yalman, Zekeriya Sertel, Şinasi Nahit Berket, Mümtaz Faik Fenik, Kurtul Altuğ, Fakir Baykurt, Behice Boran, Feride Çiçekoğlu ve daha nice ünlü isimler… 

En sevdiğim şiirlerden birinin burada yazıldığını görmek, müzede gezerken içime açıklaması zor bir ağırlık bıraktı: 

“Demir kapı, kör pencere, 
Yastığım, ranzam, zincirim, 
Uğruna ölümlere gidip geldiğim, 
Zulamdaki mahzun resim, 
Haberin var mı? 
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, 
Karanfil kokuyor cigaram 
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…” (Arif, 1942)

Ahmed Arif’in hapishane bahçesinde volta atarken kaleme aldığı bu dizeleri okuduğum anda, aklıma Cemal Süreyya’ nın Orhan Veli İstanbul’dan, Atilla İlhan Paris’ten, Nazım Hikmet ovadan, Ahmed Arif ise mahpushaneden sesleniyor bize, yorumu geliyor her seferinde. 

Müzenin 5. ve 6. koğuşlarında; Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş’in bir zamanlar yattıkları ranzalarının üzerinde, bugün idam edilirken ayaklarına takılan prangalarından tutun boyunlarına asılan yaftalarına kadar her şey sergilenmiş. Bunun yanı sıra Fakir Baykurt’un sazı, çoğu daha üniversitede öğrenciyken içeri atılan gazetecilerin ders notları ve Bülent Ecevit gibi pek çok siyasetçinin hapse atıldığı gün giydikleri takımların her biri sergileniyor. Bütün notlar ve arkalarına saklı hikâyeleri, Ulucanlar’ın duvarlarında hâlâ kapanmayan bir yara olarak duruyor. Birol Öztürk’ün de belirttiği üzere “Bir yanda Necip Fazıl Kısakürek diğer yanında Nazım Hikmet karşılıyor gelenleri. Öyle ya bir sağdan bir soldandı adaletin tecellisi. Bu iki çelik iradenin sizi karşılaması tüm ön yargıları sıfırlıyor. Acının dili, dini, siyasi görüşü yoktu işte…”.  

Ulucanlar’ın 12. koğuşu yani Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu müzeye girmeden önce en çok merak ettiğim yerlerden biriydi. Ancak günümüzde ziyarete kapalı olması nedeniyle gezemediğim ve müze içerisinde hakkında herhangi bir bilgi yazmadığından dolayı sadece araştırdığım kadarıyla, yüzümde buruk bir gülümseme oluşturan bu yazıyı eklemeye karar verdim: 

“Cansu Çolakoğlu cezaevi izlenimlerini yazarken Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını evinde saklayan ve THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasından yargılanan ve Ulucanlar Cezaevi’nde yatan Sevim Onursal’ı da anlatmış: 
“Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu: Kapalı bir kapı, ardında koğuş gözükmüyor; ama kapıdan koridorun sonuna dek, yani kadınlar koğuşunun dış duvarında, koğuşun en meşhur isimlerinden ressam Sevim Onursal’ın yaptığı portreler var. Sevim Onursal, Deniz Gezmiş’leri saklamış evinde, sonra hapse düşmüş. Ulucanlar Cezaevi’ndeki tek kadın koğuşuyla ilgili yazılıp çizilenlere göre, mahkemesi olan koğuş arkadaşlarının resmini yapar, her mahkemeden önce, arkadaşı beraat edecek diye umarak hemencecik bitirmeye çalışırmış resimleri; ancak hiç ulaştırabildiği olmamış, hep geri dönmüş koğuşa resimlerin sahipleri… Kızı Berrin Onursal’ın müzeye bağışladığı resimlerin yüreğime su serpmesi, yani Ulucanlar’da insanı gülümsetebilen bir şey olması oldukça garip geliyor.”. “(Sazak, 2012) 

Gelgelelim yakın Türk tarihinin kara lekelerinden biri olan darağacına, müzenin çıkışında bizi tüm gerçekliği ile karşılıyor. Hepsi birbirinden parlak daha yirmilerinde olan; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Erdal Eren ve pek çok devrimcinin son nefeslerini vermesine sebep olan, o zalim darağacı. İnfaz sürecini Yusuf Aslan’ın ağzından şu şekilde okuyoruz: “Bir ekmek kavgasının ipe götürdüğü insanları asmakla açlığa mâni olamıyor isek, ekmek kavgası devam edecektir; kavgaya mâni olamayız.”.

İdamlarından önce Deniz Gezmiş, hikâyelerini gelecek nesillere en iyi Erdal Öz’ün aktaracağına inandığı için onu yanına çağırıyor. Erdal Öz cezaevinde Deniz’in anlattığı her şeyi bir an olsun yanından ayrılmadan not ediyor. Bu satırda anlattıklarım Erdal Öz’ün kitabında aynen şu cümlelerle yer alıyor:  

“Gelmekle çok iyi ettiniz, dedi. Ölüme nasıl gittiğimizi gözlerinizle görüp yarınki kuşaklara doğru anlatası­nız diye sizlerin bu olaya tanık olmanızı istedik. Cezaevlerindeki devrimcileri benim için tek tek öpün. Bizleri de Taylan’ın yanına gömün.” (Gezmiş, 1972)

Yıllar sonra bu notları derleyip bir kitap hâline getiriyor Erdal Öz, kitabın adı ise Turgut Uyar’ın şiirinden geliyor: 

“Herkes ne zaman ölür; elbet gülünün solduğu akşam!” (Uyar, 1968)

Türkiye’de idam kararı yalnızca yirmi iki yıl önce kaldırıldı; yani burada bahsettiğim acıların ve yaşanan insanlık dramlarının hiçbiri aslında uzak bir tarihe ait değil, belleğimizde tazeliğini koruyan karanlık bir dönem.

KAYNAKÇA:

Hikmet, N. (1932/2019). Benerci Kendini Niçin Öldürdü? . Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. 

Cafrande. (t.y.). Gülten Akın – Ahmed Arif’in “Şiiri Baştan Sona Somut Gerçeklere Dayanan Bir Şiir”. Erişim tarihi: 25 Mart 2025, https://www.cafrande.org.

Öztürk, B. (2021). Ahmed Arif – Terk Etmedi Sevdan Beni. Dokuz Yayınları.

Sazak, D. (2012, 16 Temmuz). ‘Kadınlar koğuşu’ resimlerine itirazMilliyethttps://www.milliyet.com.tr/the-others/kadinlar-kogusu-resimlerine-itiraz-1567382

Öz, E. (2002). Gülünün Solduğu Akşam. Can Yayınları.

Uyar, T. (2002). Büyük Saat (45. baskı, 2025). Yapı Kredi Yayınları.

Leave a Reply