“12 Angry Men”, Türkçe adıyla “12 Öfkeli Adam”, 1957 yılı ABD drama filmi. Geçtiğimiz yıl Şinasi Sahnesi’nde aynı isimli oyuna gitmemle birlikte dünyada Türkiye’de yaşanan güncel olaylar beni bu filme götürdü.
Yönetmen Sidney Lumet’e Berlin’den Altın Ayı ve hem senaryosu hem de yönetmenliği ile 3 Akademi Ödülü adaylığı kazandıran bu film, kanımca aslında bugün de hâlâ büyük önem taşıyor. Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan uyarlanan film, bir ceza davası sırasında jüri üyelerinden birinin diğer on bir jüri üyesini şüphelinin suçsuz olduğuna ikna etme çabasını anlatıyor. Film, yönetmen Lumet’in çektiği ilk sinema filmiydi ve sonrasında bu filmdeki başarısından dolayı birçok dikkate değer film yaptı (bknz.Murder on the Orient Express,1974); aynı zamanda filmin neredeyse bir sette çekilmiş olması da dikkate değer. Reginald Rose’un senaryosu başta televizyon için CBS tarafından 1954’te Studio One’da yayınlanmıştı. Bu yapımın 2003’te bulunana kadar kayıp olduğu sanılıyordu.
Hikâye, 18 yaşında babasını öldürdüğü düşünülen ve bu yüzden yargılanan bir genç için son kararı verecek olan 12 jüri üyesinin çocuğun suçluluğuna karar vermeleri etrafında dönüyor. Aslında bu yalnızca bir karardan çok, zaman zaman jüri üyelerinin kendi içlerinde verdikleri birer savaşa dönüşüyor. İçinde bulundukları dilemmaya göre sahip oldukları bilgiler ışığında ya bir katili serbest bırakacaklar ya da suçsuz birinin idama gitmesine sebep olacaklar. Jüri üyelerinden hiçbiri çocuğu tanımıyor, üyelerin bilgileri yalnızca mahkemede dinledikleri avukatlar, görgü tanıkları ve yargıçlardan geliyor. Başta jüriler karar masasına oturduklarında sadece bir jüri haricinde diğer jüriler tarafından çocuk suçlu bulunuyor. Ancak devamında bir jürinin aklına bazı noktaların yatmaması ve zamanla diğer üyelerin ona hak vermesi ile karar konusunda dengeler değişmeye başlıyor.
İzleyici olarak, 18 yaşındaki banliyöde yaşayan bir gencin babasını öldürüp öldürmediğini sorguluyoruz. Film, görgü tanıklarına rağmen, tanıklığın ve algının hakikat hakkında belirleyici nokta olmasının ne kadar güvenilir olduğunu sorgulatıyor. Birisi “ben gördüm.” dese bile bir insanın şahitliği olayı görmeyenler için hakikati belirleyebilir mi? Çocuk, banliyölerde yetişmiş ve alt tabakadan olduğu için gerçekten kötü müdür? Babasını öldürecek kadar ileri gitmiş bir katil midir? Tüm bunları bilmezken bir kişi için hayati karar alabilir miyiz? Filmin mesajı, gündelik hayatta çok olağan bir durum gibi gelse de aslında doğru ve yanlış üzerine karar vermenin sorumluluğunun ne kadar sancılı ve muallak olduğudur. Basit bir anlatım üzerine temellendirilmiş bu senaryo hayat hakkında da felsefi bir yere oturtulmuş durumda.
Önyargılarımız bir insanı mahkumiyete götürürken bile, önyargılarımızdan ayrılmayıp ne kadar da kolay karar veriyor, şahitlik beyan eden herkese ne kadar da çabuk inanıyoruz! Hayatta kendi içimizde ya da alenen ne kadar da çabuk insanların yargısız infazını kabulleniyoruz? Özellikle de sosyal medya kültürüyle birlikte gelişen ve hayatlarımıza yer yer bazı konularda iyi gelen ama konu, bilhassa da birini yermek veyahut onun adını lekelemek olunca yanıp tutuşmayan vicdanlarımızın gölgesinde kalmış içsel yozlaşmamız sayesinde insanlar hakkında kararlarımızı – tıpkı yalnızca spor müsabakalarına yetişmek uğruna saat yedide bitirmek isteyen jüri üyesi gibi – sizce de çok rahat vermiyor muyuz?
İşte, bana kalırsa tüm bu sorular ışığında hâlâ daha çağdaşlığını koruyan bir yapıt “12 Angry Men”.
Kaynakça