Stavrogin inandığında inandığına inanmıyor. İnanmadığında da inanmadığına inanmıyor.
Okura hesap vermek yükümlülüğü hissediyorum, belki de kendime.
Gazete’ye yazmadığım geçtiğimiz aylarda (kim bilir kaçıncı kez) yaşamak ve yazmak üzerine tartıştım kendimle. Bu sürenin bir kısmında durup düşünemeyecek kadar hayata, eylemliliğe dahil olmam bir kısmında da Gazete’deki ilk yazımda ortaya koyduğum çelişkiye hâlâ inanıp inanmadığımı gözden geçirmem gerekti. Eğer aydının görevi olmadığı hâlde sorunlarda sorumluluk hisseden kişi olduğuna inanıyorsak okuyup yazdığımız süre boyunca (kim bilir kaç kez) aynı ikilemi yaşıyoruz. (Aydın olduğumuzdan değil elbet, onlara öykündüğümüzden.)1 Hak ihlallerine ses çıkarmayı, özgürlük ve eşitlik için mücadele etmeyi gerektiren hayatlarımızı katliamların, soykırımların yanı başında sürdürüyoruz. Sadece zihnen takip edilmesi dahi insana soluk alma fırsatı vermeyen sorunlar üzerinde sorumluluk hissederken felsefeyle, sanatla, “ben”le baş başa kalıp düşünme imkânımız var mı? Büyük toplumsal acıların ortasında -sözgelimi olan biteni anlamak için- durup düşünmeye yetecek bireyselliği talep etmek dahi mümkün olmuyorken şiir okumak, müzik tarihine bakıp kendimiz hakkında bir şeyleri anlamaya çalışmak başta koyduğumuz tanıma sığar mı? Sait Faik’in kahramanının “yaşamaktan ziyade tanık olduğu için” yazmak zorunda olduğu gibi bu sayede yazabildiğini de söyleyebilirdik. Yazmaya mecbur kılan değerler mücadele/değişim için eyleme de mecbur kıldığı ölçüde (ki mevzubahis toplumsal olaylarda durum budur) yazmamanın çelişki olduğu iddiası yazmak için de aynı tespit yapılmadıkça eksik kalacaktı.2
Bu çelişki, içinde felsefeye ve sanata olduğu kadar güce ve muktedirin karşısında insan’ın hâline dair de tartışmalar barındırıyor.
“Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” demişti Adorno. Pek çok kereler “Ya Gazze’den sonra?” sorusu eklendi bu alıntının sonuna. Genelde anlaşıldığı şekliyle bu kadar büyük suçlarla kirlenmiş, dinmeyecek acılara sahne olmuş insanlığın dünyasında imgenin, estetiğin, güzel olanın yeşeremeyeceğini; bunlarla uğraşmanın vicdana, ahlaka, hatta imkâna aykırılığını vurgulamak için yapıyoruz bu tespitleri. Öte yandan da “insanlığa karşı işlenmiş suçlar, sanat yapıtında ifade edilebilir mi” tartışmasıdır bu. Adorno, yukarıdaki sözünün üzerinden geçen uzun yılların ardından “acının dile gelme hakkı”nın varlığını kabul etmişti. Biz, buna dile getirilme hakkı deyip hakkın öznesi olarak insan’a yoğunlaşalım. Ya acı çektiği için ya sürekli aksiyon almak durumunda olduğu için, korktuğu, bunaldığı veya ümidini, inancını yitirdiği için yalnızlığa, düşünmeye, üretmeye fırsatı olmayana. Orantısız gücün sahibinin tam da ihtiyaç duyduğu insana.
Muktedirin varlığını ve gücünü sürdürmek için öteki’nin karşısına koyulabilecek biz’ini yaratabilmesinin en önemli koşulu bilginin / doğru’nun üretiminin araçlarını elinde bulundurması ise de üretilen bu anlatıya karşı çıkabilecek her potansiyel insanın elimine edilebilmesi belki daha kritik olan şarttır. İstenildiği gibi düşünmeyecekse insan varsın hiç düşünmesin, var olmasın, daha tercih edilesidir. Doğası gereği düşünmenin durmakla, uzaklaşmakla, yalnızlıkla bir ilişkisi vardır. Kendine ait bir odaya, zamana, yalnız kalma lüksüne, bencillik için ayırabileceği kaynaklara ihtiyaç duyar insan düşünmek için. Olur ya herkes yanılıyordur, “bu yanlış” demeye cesaret edebilmesi gerekir; politik, dini, etik sınırları sorgulamak cüretini bulabilmesi. Oysa tam da bu sınırları belirleyen olduğu için güçlenebilen gücün sahibinin bunların korunmasına her şeyden çok ihtiyacı vardır. Öyleyse düşünmenin bu imkanları bir şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Bunun yönteminin ne olabileceğini farklı örnekler üzerinden incelemek mümkün. Yeter ki nerede kimin insanca bir hayat yaşamasına, hayatında / “mücadele”sinde durmaya yer olmasına, kendisi için / özgürce düşünmesine izin verilmiyor, kimin neyi ifade etmesi engelleniyor buna dikkat edelim. İnsan bugün yaşamı, özgürlüğü, refahı, sanatının elinden alındığı bir dünyada sürekli bunlar için mücadele ederek de bir çıkmazın içinde. 3
Bu faslı bu kadar uzatmamın amacı bireyciliğin kimin için nasıl bir tehdit teşkil edebileceğine dair herkesin böyle düşünmediğini bilsem de buradan bakmaya davet etmek okuru.
Hany Abu-Assad’ın birkaç filmini izledim geçtiğimiz aylarda. Farklı zamanlarda farklı karakterlerin farklı yönlerini konu alan birkaç film. Ancak hepsi bir işgalin gölgesinde geçiyor, arkaplanlarında hep bir insanlık suçunun türlü yüzleri var. Karakterlerin tümünde yukarıda söz ettiğim çatışmayı seyrettim saatler boyu. Tüm insanlığı seyredebilirdi zannımca keskin bir göz.

İlk katmanda her karakterin bir işgalci güç karşısında bulunmak sebebiyle kaybettikleri çarpıyor izleyicinin dikkatine. İnsanın hayatı, sevdikleri, evi, memleketinin varlığı ve özgürlüğü için sürekli bir savaş hâlinde olmasının nasıl hayatta başka hiçbir şeye yer bırakmadığını yüzümüze çarpıyor her karakter. Sonraki katmanlarda her film, her karakter işgalin insanın hayatındaki yansımasının başka yüzlerinin temsili gibi. Her bir hikayede ortak olan; hayalini kovalayacak, bağımsız düşünebilecek bir insanın nasıl yok edilebileceğinin temsili. İşgalci güçle, toplumsal baskıyla, baskın politik grupla veya kendi toplumsal rolleriyle çatışan her karakterin Filistin’in bağımsızlık mücadelesinin bir parçasını yansıtmaktan çok daha evrensel bir temsil kabiliyetinin de olduğuna inanıyorum. Birkaç satırla da olsa bu filmlere dikkat çekmek isteyişim de bu yüzden. Soykırımın, baskının, mutlak güç arayışlarının hepsinin kendisinden kurtulmak istediği insanı bulmanın ve yaşatmanın yolu onun sesini duyabilmekten, sanatına erişebilmekten geçiyor. Hayatı, özgürlüğü elinden alınan, evinden memleketinden edilen, işkence görenin insan olduğunu; rakamlardan, onlar’dan ibaret olmadığını ancak insan insan’ı görebilirse anlayabilir. Öyleyse insanın varlığını, hatta mücadelesini sürdürmesi için bağımsızlık, düşünme ve üretme mücadelesini sürdürenlerin insan’ın her durumunu sanatına, düşüncesine konu yapması gerektir. Her şartta bireysellik talebini, düşünmeyi ve sanatı savunmak, insanlığımızı savunmaktır da. Hikayesinde kendi olabilmek için farklı düzeylerde bağımsızlık savaşı veren karakterlere değinmeyi, en azından eserlere dikkat çekmek için, önemli buluyorum.
The Idol (Popstar)4

Mohammad Assaf’ın hayat hikayesinden yola çıkılan bu senaryoda bizim salt hukuken “vatandaş” statüsüne sahip olmak sebebiyle sahip olup kullanabilmeye alışkın olduğumuz pek çok hakkın kullanımının işgal altındaki topraklarda nasıl kısıtlandığı çok dikkat çekici bir mesele. Seyahat etmenin, özgürce hareketin kısıtlanmasının insanı nasıl kendini gerçekleştirmekten alıkoyabileceğini görüyoruz bu filmde. Güvenlik kaygısının kısıtlayıcı etkisi ve insanın tutkusunun bu kaygıyı nasıl yenebileceği çatışmanın bir başka boyutu. Ana karakterimiz müzik yapmak isteyen yetenekli bir genç. Yeteneğine, sanatına sahip çıkabilmesinin, kendisi olabilmesinin önündeki engeller pekala farklı ölçeklerde iktidarın sürdürülmesinin araçları olarak da yorumlanabilir. İşgalin getirdiği yoksulluğun hem kendisinin nasıl bir hak ihlali olduğu hem başta yaşam olmak üzere diğer hakları nasıl etkilediği filmdeki önemli bir başka mesele. Bir diğeri işgal altında sürdürülen yaşamda sürekli hissedilen savaşta, mücadelede bulunma durumunun insanı nasıl etkilediği. Yakın arkadaşların ideolojilere, mücadelenin belli sürdürülüş biçimlerine bağlanmasının; “birlik olmak” ihtiyacının Mohammad’in hikayesindeki yerini çok anlamlı buluyorum. Onun müzik yapmak isteği ve bu uğurdaki çabası bu çatışma sayesinde bağlamına oturuyor zira. Bu filmde henüz bir “hain” tipinin işlendiğini söyleyemesek de önceliğin ne olduğu üzerinde temel bir çatışmanın varlığını hissetmemek mümkün değil.
Omar (Ömer)

Ömer’in hikayesindeki önemli temalardan biri romantik aşk. Aşık olduğu kadını görebilmek için şehrin diğer tarafına geçerken tırmanması gereken duvar, duvardaki grafitiler, o duvarı tırmanıp tırmanamaması pek çok anlam yüklüyor duvara, işgalin Gazzelilerin hayatındaki ve Ömer’in hikayesindeki varlığının ötesinde. Duvarın ötesinde, güvenlik kontrollerinin, çocuk yaşlarından başlayarak işgalci askeri kuvvetlerle karşılaşmalarının, ölümün ve öldürmenin hikayedeki (özellikle erkek) karakterlerin hayatında belirleyici bir yeri var. Kimlikleri, karakterleri, bu karşılaşmalarla ve bu karşılaşmalardaki tutumlarıyla belirleniyor adeta. Ömer, çocukluğundan itibaren arkadaşlarıyla beraber işgal güçlerine karşı mücadelenin bir şekilde içinde olmuş. Denebilir ki hayatının Nadya dışındaki her parçasında bu mücadele belirleyici unsur. Belki tek başına olabildiği tek parçası hayatının, aşkı; Nadya. Filmin akışında hayatının tümüne sirayet eden işgalin nasıl bu alanı da ele geçirdiğini görüyoruz. Arkadaşlarıyla ve sevdiği kadınla kurabildiği güven ilişkisinin yok olmasının kendisiyle olan ilişkisine nasıl yansıdığını görüyoruz zamanla. Muktedirle ilişkisindeki pozisyonunun insanın bütün sosyal çevresiyle ilişkisini, hayattaki değerini belirlediği çok katmanlı bir çatışma örneği Ömer’inki. “Hain” olmanın, güvensizlik ortamının tüm hayatını ele geçirdiği insanın “kendisi” olarak inşa ettiği her şeyin elinden kayıp gitmesinin çarpıcı bir anlatımı. Nadya ile ilişkilerinde işgalin getirdiği politik / askeri baskı unsurlarının dışında kimi toplumsal kabullerin kısıtlayıcılığı da belirleyici olsa da bu tema değinmek istediğim son filmde çok daha belirgin.
Huda’s Salon (Hüda’nın Sırları)
Bu yazıda yer verdiklerim arasında insanın hayatındaki çeşitli iktidarların çokluğunu ve karmaşık yapısını en iyi yakalayan hikayenin Hüda’nınki olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla Reem’in, Huda’nın, hikayedeki herkesin bağımsız birer varlık olarak kendini inşa etmesi farklı katmanlarda farklı sebeplerle zorlaştırılmış. Sorgu sahnelerindeki karşılıklı itirafların, aynı dili konuşan aynı toprakların insanlarının ne kadar aynı ve ne kadar ayrı olduklarının filmdeki en önemli noktalardan olduğuna inanıyorum. İstihbarat servislerinin bütün hikayelere kattığı güvensizlik ortamının, kişinin toplumuna ama daha da önemlisi kendisine yabancılaşmasındaki rolünü Abu Assad filmlerinde çok iyi işliyor. Aynı memleketin farklı taraflarda yer alan iki insanın iki insan olarak konuşabildiği, birbirlerini anlayabildiği, öldürenin ölen için üzülebildiği, duygusal olarak karmaşık, hain / yurtsever ikilemini sorgulayan bir kurgu sorgu sahnelerindeki. Reem’in hikayesine de “hain” olmak ya da “güvende” olamamak ikilemi hakim. Güç sahibinin dışsal etkenlere hakimiyet ile yetinmediği, insanın kendisine dair algısıyla oynadığı, kendisini yeniden tanımlayacak kararlar vermeye insanı mecbur ettiği bir durumda kalıyor Reem. Bu iki kadın karakterin yaşadıklarında da en az işgal kadar etkili bir toplumsal cinsiyet etkeni olduğu da açıkça işleniyor filmde. İkisi de evli kadınlar, ikisi de anne.

Kiminle neden evlendikleri, evliliklerini istediklerinde bitirip bitiremedikleri, çocuklarıyla ilişkileri, bedenleri ve toplumdaki algılanış biçimlerinin nasıl kendilerine karşı kullanılabileceği çok çarpıcı şekilde işlenmiş. Kadının eşine veya “dava”sına sadakat yükümlülüğünün farklı boyutları olan, erkeğinkinden daha karmaşık bir doğası olduğu görülüyor. Filmi sadece Hüda’nın sorgulandığı sahneler için, sadece kendi içinde baskı unsurları üreten toplumlara dair tespitler için dahi her ilgiliye tavsiye ederim. Her güç odağı karşısında yapmaya zorlandığı yeni seçimlerin insanın özgürlüğünü biraz daha kısıtladığı ve özgür iradesini yok ederek belirlenmiş rolleri oynamaya mahkum ettiği hikayelerin, rollerinin farkında olan iki karakteri bu sahnelerde insana çok şey söylüyor.
- “Aydın”ın bu modası geçmiş tanımını bir başka yazıda tartışmak mümkünse de… ↩︎
- Bu paragrafta Gazete’deki ilk yazımla bir tartışma sürdürdüğüm kısımlar var, bağlamı tam olarak anlamak isteyenler Yazmamak Mümkün mü?‘ye bakabilir : https://gazetebilkent.com/genel/meltemgurbuz/yazmamak-mumkun-mu/ ↩︎
- Bu satırları yazarken iktidarın düşünmeyle ilişkisini tespit ettiği örnekler hep aklımda dolandığından Dücane Cündioğlu’nun Özgürlüğe Ağıt’ını anmadan geçemeyeceğim. ↩︎
- Filmlerin İngilizce adlarının yanına Türkçe dublajlarında kullanılan adlarını ekledim. ↩︎
(Epigraf, Ecinniler’den. Kirillov’un Nikolay Vsevolodoviç hakkında sözleri.)
Görsellerin Alındığı Adresler
Hany Abu Assad fotoğrafı imdb sitesinden; https://www.imdb.com/name/nm0009463/
The Idol filminden kare; https://www.cineblog.it/post/the-idol-recensione-in-anteprima
Omar filminin DVD kapağı; https://www.leboncoin.fr/ad/dvd_films/3034585582
Reem’in bebeğiyle duvar önündeki fotoğrafı filmden; 00.16.23






