Fark ettiniz mi bilmem fakat insan hep bekler. Geçmişinde de beklemiştir geleceğinde de hep bir şeyleri bekliyor olacaktır. Oysa bu bekleyişe ve onun beraberinde getirdiği yorgunluğa bekleyenden başkası aldırmaz. Geç’mişim şiir kitabındaki Kim aldırır bizim yorgunluğumuza şiirinin dizeleri tam da bundan bahsedip aslında bildiğim ve varlığına şaşırmadığım bu gelmeyeceği ve olmayacağı beklemenin gerçekliğini gözlerimin önüne bir cam saydamlığı ile serdi. “Zamanın kadehini kırmıştık, büyüyordu leke beyaz saten üzerinde” dizesi olmazlara inat kendimden vererek doldurduğum kadehten dökülen her bir damlanın beklemenin getirdiği yorgunluğumun cabası olarak beyaz ve temiz bir saten gibi avuçlarıma bırakılan geleceğimi nasıl yayıla yayıla bir zehir gibi tükettiğini anımsattı bana. Fark ettim ki beklemenin iki türlüsü varmış; biri basit olan yani geleceğinden emin olduğumuz, dönemsel bekleyişken diğeri aslında fark dahi etmeden yapılan, insan olmanın fıtratından gelen ve umut etmeye dayalı bir sabit ve genel bekleyiştir. Bu ikinci bekleyişte neyi beklediğini bile bilmez kişi, kimi zaman hayatının aşkının bulmayı bekler, kimi zaman kariyerinin zirvesini göreceği günleri ya da asla gerçekleşmeyeceğini bildiği hayallerini bekler.
Hayatımızı bekleyerek geçirdikçe, bu bekleyişi amaç edindikçe üzerimizde nasıl bir etki yaratırız peki? Bana soracak olursanız bu bekleyiş her ne kadar insan doğası gereği olan umudu canlı tutsa da insan üzerindeki olumsuz yanları daha ağır basmaktadır. Bunun nedeni şudur: İnsan hayatının büyük çoğunda gelmeyecek olanı bekler ve bu bekleyişten doğan bıkkınlık, bir yere varamama hissiyatı, boşa yitip giden zamanın izlerini bir bıçak darbesinin vücutta açtığı yara misali ruhumuzda bırakır.“Yorgunluğun izi kalıyordu biz giderken, üstümüze devrilen anılar enkazından” dizesiyle şair aslında tam da bundan bahsediyor. Şöyle bir geriye dönüp bakıyorum ve hak veriyorum bu sözlere çünkü ister bir yıl önceki bir anım olsun isterse yıllar öncesinden bir hatıra, hangisine aklım düşse, hangisini o enkazdan eşeleye eşeleye çıkarsam beraberinde bir bekleyişi de kaybolmasından korktuğu evladının elini sımsıkı tutan bir anne misali çekiştirerek getiriyor. Bir sınava hazırlanırken sonucunu, birinden hoşlanırken karşılığını, bir sonraki günü bile yenilmez bir hevesle beklediğimi fark ettim özünde. Ancak tek fark ettiğim bu değildi, bir de bu hevesin kırılmasıyla sonuçlanan, geride bırakılan yorgunluklara değmeyecek derecede akıp giden zaman taneleri vardı. Kimi zaman ne için beklediğimi bile hatırlamakta zorlanıyordum, sonradan anladım ki insan aslında kendini yormak ve beklediği şeyi hayatının o dönemindeki gayesi haline getirmek için boş bir bekleyişe giriyormuş. Boş olma gerekçesi de şairin de açıkça belirttiği gibi “Kim aldırır bizim yorgunluğumuza?”
Bilindik ve içten içe sona ermeyeceğinin farkında olunan bu bekleyişte yorgunluğun cabası olarak sabrın da zamanla kuruyan bir göl misali tükendiğini görmek son derece olağan hatta kaçınılmazdır. Kaldı ki sabretmek saf hali ile bile çoğu kişinin gerçekleştirmekte güçlük çektiği bir eylemken bir de sonunun varacağı noktayı kestiremediğimiz beklentiler üzerinde sabretmek çok daha zordur. Peki beklerken sabrımız tükenirse ne olur, beklentilerimizin seyri nasıl değişir diye sorsak? Benim bu konudaki kanım şairin “Pul pul dökülüyordu sabrımızın derisi, unutulmuştu beklenen çoktan” dizesindeki ile aynı yöndedir. Yani demem o ki, sabır damla damla taşarsa her bir damlası bize neyi beklediğimizi hatırlatan lekeleri teker teker siler, beklenen unutulur. Geriye sadece yorgunluğu ve izleri kalır. “Tamam” der insan kendine, “Artık hiç kimseyi, hiçbir şeyi beklemeyeceğim!” Bu sözler ve yeminler sadece bir avuntu olarak kalır, insan yine bekler, yeniden yorulur hatta zamanla bu yorgunluğa öyle alışır ki sırf ondan kopmamak adına dahi bekler ancak kim aldırır bizim yorgunluğumuza?
KAYNAKÇA
Susam, Asuman. Geç’ mişim. Everest Yayınları,2023.