New York, hiç şüphesiz ki hikaye anlatıcılarının en çok ilgisini çeken yerlerin başında geliyor. Öyle ki sinemada, televizyonda, edebiyatta bazen yeri geliyor sadece bir lokasyon olmaktan çıkıp eserin başrolüne dönüşüyor. Bu bağlamda gelişen anlatıların belki de son halkasından, izlemeyen herkese şiddetle önereceğim bir diziden bahsetmek istiyorum sizlere: How to with John Wilson. Esasen belgesel formatında dizi olarak sınıflandırabileceğimiz bu program, John Wilson isimli belgesel yapımcısının eline kamerasını alıp o sokak senin bu sokak benim dolaşarak oluşturduğu video arşivinin bir hayli ilginç konu başlıkları çerçevesinde derlenip kurgulanmasından oluşuyor. Bir yandan da hayat hakkında irili ufaklı gözlemlerini, düşüncelerini dahil etmeyi ihmal etmiyor anlatıcımız. Bölüm süreleri 25-30 dakika civarlarında değişen dizinin ilk sezonu 6 bölümden oluşuyor, aynı zamanda HBO’dan 2. sezon onayını da kapmış bulunmakta.
Nathan for You ve Who Is America gibi projelerde de parmağı bulunan Nathan Fielder’ın da dizinin yapımcı kadrosu arasında bulunduğunu ekleyeyim. Nitekim dizinin tarz olarak o dizilerle de benzerliği yok değil, bu bakımdan tamamen özgün üslupla yola çıkan bir iş olduğunu söyleyemeyiz. Peki nedir mutabıklarından farklı kılan How to with John Wilson’u? Rastgele skeçlerin bir araya getirilmesinden oluşan bir komedi programı olma potansiyeli varken, hem bölümler arasında hem bölümlerin içinde belli bir bütünlüğü koruması zaten takdire şayan. Bunun yanında daha çok komedi ve hicve odaklanan benzerlerinin aksine, altı bölüm boyunca hayatın her rengini çok iyi yediriyor içeriğe. Yeri geliyor kahkaha attırıyor, yeri geliyor hiç beklenmedik anda duygulandırıyor. Özünde biraz melankolik bir dizi olmasına karşın kimi zaman da bünyede rahatlatıcı bir etki bırakıyor. En önemlisi ise bittiğinde şehre, yaşamaya ve insana dair öyle ya da böyle yeni bir perspektif oluşturuyor zihinlerde.
Gelin, daha iyi bir izlenim verebilmek adına biraz da bölümlerin içeriğine değineyim. Özellikle bahsetmek istediğim iki bölüm var ki: anlattıkları konu bakımından bambaşka olmalarına karşın ulaştıkları çıkış bakımından ikiz kardeş olarak nitelendirebileceğim bölümler bunlar. 2. bölüm “scaffolding” denilen, bütün New York’u adeta bir sarmaşık şeklinde sarmış, ki oldukça şaşırttı bu durumun varlığı beni, binaların etrafını çevreleyen demir iskeleler hakkında. Estetik olarak şehre zarar verdiği rahatlıkla kabul edilebilir, güvenlik önlemi olarak da etkisi tartışılır bu iskelelerin belki de onlar farkında bile olmadan insanların yaşamında ne şekilde yer aldığı, nasıl inşaat sektörünün önemli bir parçası olduğu, bu yapıların yıllar içinde nasıl değişim geçirdiği gibi birçok şeyi gözlemliyoruz. 4. bölüm ise ise kedisinin mobilyalarına zarar vermesine engel olmak isteyen John Wilson’un koltuğunu bir koruyucuyla kaplatmaya karar vermesiyle başlıyor. Devamında sünnet karşıtlarından, sokaklarda sırf hayvanlar orada durmasın diye koyulan garip engellere kadar uzanan bir çeşitlilikte inceliyoruz ademoğlunun bu korunma ve egemen olma içgüdüsünü. İki bölümün de bende bıraktığı intiba bu anlamda aynı aslında: Sürekli olarak içimizde taşıdığımız bir güvensizliğimiz var; bir şeyleri örtmeye, bir şeylerden korunmaya ihtiyaç duyuyoruz hep. Asıl garip olan ise şu ki: Herhangi bir önlemin alınmış olmasının mevcudiyeti bizi rahatlatmaya yetiyor, o önlemlerin ne kadar gerekli olduğunu, meşruluğunu kimse sorgulamaya bile yeltenmiyor.
Hiç tanımadığımız insanlarla yaptığımız ayaküstü sohbetler, toplu gidilen yemekte hesabı nasıl paylaşacağımız sorunu, bir bilginin ya da detayın kolektif bir şekilde olduğundan farklı hatırlanması olayı yani Mandela etkisi… Dizinin diğer bölümlerini oluşturan ana hatlar da kısaca bunlar ama elbette çok daha fazlası çıkabiliyor içinden. Bütün sürprizleri kaçırmamak adına çok da detaya girmek istemiyorum ama şunu söyleyebilirim ki, altı bölüm boyunca hiç monotonlaşmayan bir dizi How to with John Wilson, yaratıcılığını her daim koruyor. İçinden sürekli yeni bir yan hikaye, sürpriz bir yumurta çıkabiliyor hatta bir bakıyorsun metro kartını basarken zorlu anlar yaşayan Kyle MacLachlan bile çıkıyor!
Son olarak ise sezon finaline ayrı bir parantez açmak gerek. John Wilson’a sürekli yemek getiren, onun kıyafetlerini yıkayan, birlikte Jeopardy izledikleri ev sahibesiyle tanışıyoruz önce. Minnettarlık göstergesi olarak ona risotto yapmak istiyoruz çünkü en sevdiği yemek olduğunu söylemişti ve bu yüzden “En iyi risotto nasıl yapılır?” arayışına çıkıyoruz. İşte bu arayış, tam da hepimizin hayatını değiştiren o malum döneme denk geliyor: Pandeminin hayatımıza girdiği, yaşam şeklimizin seyrinin değiştiği, sevdiklerimizden bir süreliğine uzak durmamızın ilk kez söylendiği o dönem. Daha sonra görüyoruz ki, aslında pandemi, dizinin anlattığı her şeyi de yıkıyor birdenbire. Artık insanlar ayaküstü laflamalardan çekiniyor, iskelelerde barfiks çeken adamlar ortalıktan kayboluyor ve şehir üzerinde yarattığımız mutlak hakimiyeti bile yitiriyoruz insanoğlu olarak. Daha önce de değinmiş olduğum, dizinin insanda bıraktığı rahatlatıcı his de burada saklı bence. Nasıl ki normal zamanlarda, fantastik dünyalar izlemek bizlere yaşadıklarından bir kaçış fırsatı sunuyorsa; zaten bir fantezinin içinde yaşadığımız şu günlerde de o kaybettiğimiz, yakın ama çok uzak zaman önceki normalimizi seyretmenin iyi hissettiriyor olması pek de şaşırtıcı değil. Çünkü biliyoruz ki, dışarıya adımımızı attığımızda herkesin yüzünde maske görmekten sıkıldık. Sokakların, meydanların, parkların sesini özledik. Simitçinin bağırışını, insanların kargaşasını özledik. Lakin şehrin nabzı eskisi gibi güçlü atmıyor artık maalesef, sokağın dili eskisi gibi konuşmuyor. Her şey ruhunu öylece orta yerde bırakmış gibi sanki.
Şu ana kadar yeterince övmüş olduğumu düşünüyorum zaten ama ayriyeten bahsettiğim hissiyata da ortaksanız, belki de hafta sonu yapabileceğiniz en iyi karantina aktivitesi olarak, bu şahane diziyi izlemenizi adeta bir görev bilinciyle öneriyorum ben!