…
Okurken Çerkez oluyorsunuz; Türk oluyorsunuz, Kürt oluyorsunuz, Rum oluyorsunuz, Yezidi oluyorsunuz, Arap oluyorsunuz, korkak oluyorsunuz, hırsız oluyorsunuz, âşık oluyorsunuz, çocuk oluyorsunuz, yaşlı oluyorsunuz, deniz oluyorsunuz, denizde balık oluyorsunuz, ulu çınar ağacı oluyorsunuz. Kimi zaman süngü savaşına girip süngüyü düşmanın neresine denk gelirse orasına saplıyorsunuz. Çanakkale’de dibinize düşen top bacağınızı almış götürmüş; sizse gözü çıkmış arkadaşınızı mermi yağmuru altında cepheye taşıyorsunuz. Sarıkamış’ta daha mermi atamadan donmuş ve bitlere yem olmuş mahallelinizi ölülerin üstüne basa basa sırtınızda taşıyıp mezara götürmeye çalışıyorsunuz. Ölmemek için uyumuyor; uyumamak için kendinizi tokatlıyor; donmamak için kendinizi karlara gömüyorsunuz. Hiç bilmediğiniz bir dilde bir ağıt yakılıyor ve siz her kelimesine yüreğinizde duyarak gözyaşlarına boğuluyorsunuz. Ancak tüm bunlar olurken en çok da savaşı yaratana lanet ediyorsunuz. Savaşı yaratıp insanlığın ortak onuruna leke sürenden nefret ediyorsunuz.
Hikâyede anlatılan kahramanlar, duygu dünyaları; kişisel ve ortak serüvenler, geri dönüşler, kurgu, dil ve anlatım, kendine özgü kelime dağarcığı, yer yer yararlanılan yöresel ağızlar o kadar zengin, o kadar geniş ve o kadar gerçek ki insan kendini edebiyatın en hasında hissediyor. Adada yetişen incirin, üzümün, şeftalinin ve Nişancı’nın tuttuğu balıkların tadı damakta kalıyor.
Aynı zamanda bu hikâye, yalnız savaş sonrası Anadolu’nun köşesinden bir manzara değil; insanlığın ortak hikâyesi. Dolayısıyla bu seri de Yaşar Kemal’in yalnız Türk edebiyatına değil, dünya edebiyatına bir armağanı. Bu hikâye insanlığın ortak özüne bir sesleniş, tüm bu yıkımın ardından bir iç çekiş, her şeye rağmen umutla geleceğe bir yol alış ama bence en çok da savaşa karşı güçlü bir lanet.
…
Ben bu adaya gidiyorum. Her şeyimi bırakıp Karınca Adası’na gidiyorum. Poyraz ve Vasili, beni saray yavrusu, deniz gören bir eve yerleştirir. Açlığımı gözümden anlayan Lena Ana bana hemen bir yoğurt çorbası kaynatır getirir. Doktor Salman Sami hastalığıma deva olur. Nişancı Veli denizde balık koymaz hepsini tutar, bana bir ziyafet çeker. Melek Hatun çıplak ayaklarıma, bedenime bir giyit
…uydurur. Şerife Hatun cennet güzelliğinde bir kilim dokur getirir. Karınca Adası’na gidiyorum, çünkü orada insanlığın özü daha ölmemiştir. Herkes savaşı ve getirdiği acıyı, yıkımı görmüş; bizzat hissetmiştir. Bu yüzden herkes yardımlaşmayı, birliği, barışı, huzuru, refahı yaratmak ve sürdürmek elinden geleni yapacaktır. Ben bu adaya gidiyorum. Her şeyimi bırakıp Karınca Adası’na gidiyorum.
Bir Ada Hikâyesi, bir dörtleme olarak düşünülmüş: Fırat Suyu Kan Ağlıyor, Karıncanın Su İçtiği, Tanyeri Horozları ve Çıplak Deniz Çıplak Ada. İlk kitap 1999’da okuyucuyla buluşmuş, ikinci ve üçüncüsü art arda 2002’de ve son kitap da geçtiğimiz günlerde. Ben de bu dörtlemenin son kitabının 2012 Eylül’ünde çıkacağını bilmeden, bir sezgiyle belki, bu ay kendimi Yaşar Kemal okumaya vermiştim. Daha ilk kitabı okurken son kitabın da bu ay çıkacağını duyunca, hızımı arttırdım ve büyük bir açlıkla serinin ikinci ve üçüncü kitabını da bir solukta tükettim. İyi ki yapmışım. Herkese de güzellikle ve şiddetle öneririm. Okuduktan sonra eminim sizin de kalbinizin bir yarısı Karınca Adası’nda kalacak… Belirttiğim gibi, serinin son kitabı Çıplak Deniz Çıplak Ada da geçtiğimiz hafta okuyucuyla buluştu.
Bakalım ada hikâyemiz nasıl son bulacak?