Her şey bir müzik yayımcısı olan Anton Diabelli’nin bir vals yazıp; onu, kendi varyasyonlarını yazmaları için tanınmış ve büyük bestecilere yollamasıyla başlamış aslında ve her şey, öylesine yavan bulunan bir valse Beethoven’ın neden tamı tamına otuz üç varyasyon yazdığını araştırmak için Katherine Brandt’in Amerika’dan Almanya Bonn’a gitmesiyle bir paralel hikayede irdelenmeye başlar.
Katherine Brandt bir müzikologtur ve aklını bir hastalık gibi esir alan Beethoven’ın 33 varyasyonu takıntısı hakkında bir kitap yazmaya çalışmaktadır ancak kılı kırk yararak yaptığı araştırmalar bile, Diabelli gibi kötü bir müzik adamının yazdığı basit, sıradan ve “ucuz” valste, Beethoven’ın ne gibi bir ilham bulabildiğini anlamasına bir türlü yardım edemez. O da, Beethoven’ın yaşadığı Bonn şehrine gidip oradaki kütüphanenin özel Beethoven arşivlerindeki taslakları araştırmaya karar verir ancak bir sorun vardır. Takıntısının yanı sıra Katherine Brandt’in benliğini ve vücudunu ele geçiren bir de hastalığı vardır. ALS denen bu hastalık, beyinle kaslar arasındaki sinir hücrelerinin ölmesine sebep olarak, yakında onu hiçbir yaşamsal fonksiyonunu yerine getiremez hale getirecektir. Bu gerçeğin bütünüyle farkında olan Katherine Brandt hiç vakit kaybetmeden o taslaklara ulaşabilmek için arkasında, araları hiçbir zaman iyi olamamış kızı Clara’yı endişe içinde bırakarak Bonn’a gider. Orada kütüphane görevlisi Gerta ile hastalığının da sebep olduğu, güçlü bir dostluk kurar. Hastalığı ilerledikçe hareket yeteneği giderek azalır; kızı ve kızının sevgilisi olan doktoru da acilen Almanya’ya gelir ve Katherine’e aradığını bulması için yardım eder.
Sahneyi altlı üstlü ikiye bölen ve açılır-kapanır dekor, hikayedeki paralelliğin daha çarpıcı görünmesini sağlıyor. Katherine’in hikayesi alt dekorda ilerlerken, üst dekorda ise Beethoven’ı, bu yaratıcı beynin çırpınışlarını, gelgitlerini ve onun yakasını bırakmayan hastalığının ilerleyişini izliyoruz. Diabelli’nin teklifini, önce kesin bir dille reddeden Beethoven, daha sonra fikrini değiştirir ve onun valsine 6-7 tane varyasyon yazmak istediğini söyler; fakat daha sonra bu vals, onun beynini ele geçirir ve onu yaşamdan soyutlayan bir takıntı halini alır. Beethoven, bir yandan kulaklarıyla yaşadığı problem yüzünden zor anlar geçirirken; bir yandan kendini valsin onda uyandırdığı ilham seline bırakmıştır. Vals, üretkenliğini arttırmış olsa da; bir süre sonra, vals üzerindeki kontrolünü yitirir ve onun esiri olur. Artık varyasyonlar, onu da aşan başka bir bilinç seviyesinin ürünleri haline gelmiştir ve Beethoven yıllarca asıl besteciyi oyalar. Bu varyasyonların kitabını basmak isteyen Diabelli, ödeme yapmış olmasına rağmen Beethoven’dan hiçbir şey alamadıkça onu sık boğaz etmeye devam eder fakat Beethoven, dış dünyayla alakasını yitirmiş, otuz iki varyasyonu finale taşıyacak bir son yazmaya çalışmaktadır.
İki hikayenin temelindeki obsesyon ve hikayeyi sona taşıyan hastalıklar; farklı da olsa paralellik göstermekle kalmıyor. Dekorun da katkıda bulunduğu bu paralellik, bir üst seviyeye “33 Varyasyon” ile paralellik göstererek de taşınıyor. Müzikolog Katherine’in varyasyonlarla ilgili anlattıklarından yola çıkarak bu sonuca varabilen izleyici, oyun boyunca çalınan varyasyonlardan bu paralelliği duyarak da hissedebiliyor aslında. Varyasyonlar sona yaklaştıkça daha dingin ve Katherine’in de söylediği gibi “daha şefkatli” bir halıyor. Beethoven duyma yetisini yitirince bulduğu sonsuz huzuru, Katherine’in uğruna hayatını bırakıp peşinden geldiği sorusuna bulduğu yanıtın ona getirdiği iç rahatlamasını, 33. Varyasyonu dinlerken hissediyorum bu yazıyı yazarken.
Özellikle Katherine Brandt’i canlandıran İpek Çeken’in müthiş performansı, harika ışıklar ve Beethoven’ın varyasyonları bu oyunu, izlenmesi gereken bir oyun kılıyor. Sadece sahne üstü başarısı değil, sahne arkasında ve oyun öncesinde büyük emek ve özen veren ekibin hasadını toplamak, Ankara seyircisinin bir ayrıcalığı oluyor.
Oyun bitip oyuncular sizleri selamlarken, dünyadan tamamen soyutlanabilmiş ruhunuzda yalnızca şefkatin sıcaklığı yayılıyor.