Bir kitap. Rafta duruyor. İki dakikadır kapağıyla bakışıyoruz. Ne kafamı çevirip başka yöne gidebiliyorum, ne de adım atıp kitabı elime alıyorum. Paketini beğenip aldığım şeyler geliyor aklıma. Bir çikolata mesela. Ambalajını beğendiğim için aldığım. Tadını hiç beğenmediğimi hatırlıyorum. Neyse, diyorum; bir daha almam. Kitaplar öyle değil oysa, bilerek alıyorum her seferinde. En azından, kaba bir tahmin ve beklentiyle alıyorum kitapları. Çok nadir oluyor, yalnızca ismiyle kendini aldırabilen kitap. Kapaklara ise hiç güvenmiyorum. Biliyorum ki 10. Baskısı şerefine değiştirebilirler kapağını ya da yayınevi değişince. Ama isim öyle değil. Çiviyle çakılmış gibi isim. Hep orada, her şeyin başı, a’sı, ilk nefesi. Belki kitap bitmeden konmuyor isim. Bebek gibi, kucağa alınmadan önce sadece fikri var. Cismi gelmeden ismi de gelmiyor. Ben hiç kitap yazmadım; ama yazsaydım, muhakkak adını en son koyardım. Hatırlamaya çalışıyorum ismiyle beni bu kadar sersemleştirebilen diğer kitapları, bir elin parmağını geçmiyorlar. O kitapları elime alana kadar hep çekingenim ve sonra bir daha bırakamıyorum onları. Yine o his, kitaptan çekiniyorum. İsmi o kadar güzel ki, izletiyor kendini. Korkuyorum elime almaktan, sayfalarını açmaktan, arkasını okumaktan. Biliyorum ki bu kitap beni çağırıyor, biliyorum ki bu kitap bırakamayacaklarımdan biri olacak. İçimde hayal kırıklığının korkusu bile yok. Yine de tereddütümü haklı çıkarmak için kendi kendime “Adı için kitap alınır mı bilmeden, kötü çıkarsa ne yaparsın?” diye soruyorum. Kavun almadığımın bilincindeyim, kitabı beğeneceğimin de.
Daha önce adını duymadığım bir yazarın, daha önce adını duymadığım bir kitabı. Benim suçum elbette. Okumak için alıp, masama kule yaptığım onlarca kitap arasında, ismi bana uğramamış belli ki. Çok naif; ama çok acı bir ismi var kitabın: Olduğu Kadar Güzeldik. Başka türlüsü olamazdı zaten, diyorum. Olduğu kadar. Ne azı ne fazlası.
Ankara’da yaşamanın, kişi üzerindeki –belki de- en mühim tesiri, kişiden lüzumsuzu ayıklaması, onu yalnızca öz ile bırakması bence. Binalar süsten uzak, kakmasız ve işlemesiz, yollar yalnızca akasya ağacının yakışabileceği yalınlıkta… Belki de tam bu yüzden, ilk defa bir Barış Bıçakçı kitabı okuduğunda, iki kere vuruluyor Ankaralı; hatta vurgun yemişe dönüyor. Ankara’yı gri, “aşırı düzenli” o memur şehri kalıbından taşırarak anlatıyor bir kere Barış Bıçakçı. Özünü biliyor bu şehrin: Kar yağınca yürünecek yolları, Gazi Mahallesi’ni, garı, Emek’i biliyor. Üstelik o kadar çabasız görünüyor ki anlatışı, tam da Ankara gibi diyor insan. Ankara’yı bilmeyenlerin, gördükleri şehrin renksizliğini ve süssüzlüğünü telafi etmek için kullandıkları allamaları pullamaları, körpüleri ve varakları kullanmıyor sayfalarında. Bir tanıdığı dinler gibi okuyor insan, o hepimizin çok sevdiği parklardan birinde oturup konuşur gibi, herkes herkesle dostmuş gibi yani. Ankara’yı alıp Balıkesir’i koyun o kitaplara, o ince ama sonsuz öykülere ve romanlara. İki yazarı bir tutmak doğru değil elbette; ama Mahir Ünsal Eriş’in Olduğu Kadar Güzeldik’inde tanıdık bir lezzet var, bir tadanın vazgeçmesi mümkün olmayan Barış Bıçakçı lezzeti. Öyle sade, öyle sahi, öyle kendiliğinden oluvermiş gibi; ama kurması bir o kadar zor.
Kitabın epigrafı, şaşırtıcı bir şekilde, kitaba da adını veren Yıldız Tilbe’ye ait. Bir sayfa, orta yerinde “’Olduğu kadar güzeldik.’ Yıldız Tilbe” yazıyor. Heyecanlanıyorum. Ben Yıldız Tilbe’nin bir dalga konusu olmadığı, “deli” diyerek ötekileştirilmediği, uzaklaştırılmadığı, yabancılaştırılmadığı; hatta onun baş tacı edildiği, sözlerini şiir gibi okuyup, şarkılarını efkarlanarak dinleyebilenlerin yaşadığı paralel bir evrende ikamet ediyorum. Bu kitabın karakterleri de, benim paralelimden hemşehrilerimmiş, heyecanla öğreniyorum. Saygı duyuyorum bu duruşa. Hiçbir şarkı sözünden tanıdık gelmiyor bana “Olduğu kadar güzeldik.” cümlesi; aramayı bırakıyorum. Olduğu kadar güzel çünkü, hem de çok. Kitapta sekiz tane öykü var. Kaybedenler hakkında değiller belki; ama kazanamayanlar hakkında hepsi de. Balıkesir’i, Bandırma’yı sokak sokak gezenlerin. O sokaklarda gezdiği, demlendiği belli birinin konuşabileceği gibi yazılmış. Zaman zaman okumak için başkente gelen bir karakterle Ankara’ya bile uzanıyor öykülerin elleri. Yazar: “Ben bildiğim, tanıdığım yeri anlatabilme cüreti bulabiliyorum ancak. Keşke o kudrete sahip olsam da bir St. Petersburg hikayesi anlatabilsem. Mesele sadece şehirde değil, dünya meselesi. Aşina olduğum dünyada anlatılacak o kadar çok şey var ki belki de o yüzden memnunum bu durumdan.” demiş. Aksini inandırıcı bulmadığını ekleyerek. “Öykülere inanmak hoşuma gidiyor benim. Yoksa edebiyat başka ne işe yarar?” diye de sormuş. Edebiyatla ilgili onlarca süslü ve beylik tanım var oysa aklımda, hepsi uçuveriyor. Her bir öyküyü ayrı seviyorum. Her biri ayrı burkuyor içimi, ayrı bir eziyor.
Bu, Mahir Ünsal Eriş’in ikinci kitabı. İlki Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, arabeskten korkmuyor Eriş belli. Yıldız Tilbe’den deöyle. Güzel insan, belli. O kadar güzel bir kısım var ki ithaf bölümünde, insanın burnunun direği sızlıyor: Öyküleri “annemle babam bana ‘aferin oğlum’ desinler diye” yazdım diyor Eriş. Aferin diyorum, ne güzel çocuk, ne güzel anne baba, ne güzel kitap.
Nesilleri aynı yazgıyla birbirine bağlıyor kitap; fakat bunu Orhan Pamuk vari bir Nişantaşılılıkla yapmıyor. Nedense böylesi daha gerçek geliyor, daha acıdan geçmiş gibi, sanki o evlere acı girmezmiş gibi hissettiriyor. Öyle güzel bir bağ ki bu, okumaya ara verip, şanslı olanları, gidip babalarının yanağından öptürüyor mesela. Kitabı okurken, hala direnmeye devam edenler var; acılarımız hala taze, yüreğimizde bir yenilgi. Kayıplarımız çok, çığlıklar kulağımızda. Sanki bilmiş gibi ya da daha da acısı, tarihin tekerrür alışkanlığının bir uzantısı olarak şöyle diyor Eriş: “Memleketin, yüzü ışıldayan bütün çocukları gibi, hayatının bir dönemini devrimin, insanın sırtını ılık bir elle sıvazlayan ihtimaline inanarak geçirmişti. Devrim olurdu, olmazdı, orası ayrı mesele. Ama devrime yalnızca inanmanın bile, razı olmamakla doğrudan ilgili, vicdanı serinleten, en olmadık zamanda insanın içini yeşerten bir lezzeti var. Babam ona inanmıştı gençken. İnanılmayacak gibi değildi.” Kitabın kapağında bir baba ve oğul var, plajdalar, mayolarıyla oturuyorlar. O kadar güzel ki, hüzünleniyor insan, pipetle içtiği gazozlar geliyor aklına kumlu bir sahilde.
İlk kitabı okumadığım için bilmediğim; fakat duyduğum bazı bağlantılar var iki kitap arasındaki kişilerde. Yazarın kurduğu dünyaya sahip çıkması hep sevindirir beni, yine seviniyorum çocuk gibi. Hemen alıyorum o kitabı da, ama kıyamıyorum okumaya. Herkes bilsin istiyorum bu kitabı, mühim şeyler anlatıyor çünkü.
Ne kadar anlatsam o kadar cümle doğuruyor cümleler. Bu yazıyı “Benim Adım Feridun” öyküsünden bir bölüm kapatsın, ben de Yıldız Tilbe’nin ilk albümünü dinlemeye devam edeyim:
“Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğsüne oturmasından belli. Kokusunu, kütlesini hesap edemiyorum ama bir tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur. Çok sevdiğin bir şeye benzeyen, ama o olmadığını da bal gibi bildiğin bir tat; acı, buruk, portakala benzeyecek neredeyse, değil ama işte. Hani kelime çok havalı olmasa, “kekre” diyeceğim. İstediğin kadar yutkun, üstüne istediğini ye, iç; geçmiyor, genzinden aşağı yuvarlanıp gitmiyor. Ne yediğinden anlıyorsun ne içtiğinden. Allah belasını versin.”
Merve
Ne de güzel bir yazı . Ankarayı ankaralı olduğu için başka seven insanları akrabam gibi gördüm hep nedense . Ben ‘benim adım Feridun ‘ yazısıyla tanıdım Eriş’i. Aşk acısı çekmedim , kendimden bir şey de bulmadım ama çok etkiledi bu yazı beni. Nedenini bilmiyorum. Belki içtenlik, belki samimiyet belki ‘ kekre ‘ kelimesini kullanış biçimi. Bu içtenlikle yazılan yazıyla daha hoş geldi. Yüreğe sağlık.
Orçun Turan
Merhaba,
Nazik yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Sevgiler.