Geçenlerde Ursula le Guin’in “Omela’yı Bırakıp Gidenler” adlı hikayesini okudum. Yazar, okuyucunun önce kendi ütopyasını yaratmasını sağlıyor. Ufak sınırlamalarla, herkesin mutlu olduğu, kralların, silahların, askerlerin olmadığı, yaşamın neşeli bir dansmışçasına devam ettiği büyülü bir dünya yaratıyorsunuz. Ne kadar güzel olurdu değil mi? En ufak kinin, nefretin, kötülüğün olmadığı bir yer… Sanırım belli bir yaşın üstündeki herkese bu fikir aldatıcı, saçma, imkansız gelir. Ütopya diye bir şey yoktur, deriz. Kendi sorunlarımız gelir aklımıza, daha büyük sorunlar gelir sonra. Diğer insanların büyük problemleri… Bunları düşünmek zihnimizi ve ruhumuzu rahatsız eder, hemen dikkatimizi başka yere veririz. Ama bir anlığına masalları hatırlayalım, masalların başını ve sonunu daha doğrusu. Mutluluk, neşe ve coşkuyu hatırlayalım. İnsan ruhunu ve mekanları olabildiğine estetik hayal edelim. Açlık, sefillik, savaş olmasın bu ülkede. Ama Ursula Le Guin diyor ki, herkesin mutluluğu tek bir çocuğun sefilliğine bağlı olsun. O ülkedeki herkes bilsin, bir binanın penceresiz bodrum katında zavallı sekiz- on yaşlarında bir çocuk yaşıyor olsun. Binlerce insan mutlu olmaya devam etsin ve bu çocuğu herkes bilsin. Çocuğa iyi bir söz söylemek, onu bulunduğu acınası durumdan kurtarmak yasak olsun. Eğer bir kişi çocuğa yardım etmeye kalkarsa, ülkedeki neşe ve coşku yok olsun.
İnsan büyüdükçe sevginin ve mutluluğun çeşitlerini öğreniyor. Mutluluğun çirkin olabileceğini, başkalarının canı acırken mutlu olmanın mümkün olduğunu öğreniyor. Kirleniyor insan. Bazen yaşamaktan utanıyor, neşesinden, sorun diye nitelendirdiği meselelerin küçüklüğünden utanıyor. Sonra günlük hayatına geri dönüyor. Yaşamın böyle bir şey olduğunu öğreniyor. Herkesin etrafında ne olursa olsun rolüne devam etmesi gerektiğini öğreniyor. Kargaşadan uzak durmayı, kendini korumayı öğreniyor. Dünyadaki sorunları düşünmemeyi öğreniyor. Öğreniyor diyorum ya, öyle çünkü. En az yürümeyi, hatta konuşmayı öğrenmek gibi önemli duyarsızlaşmayı öğrenmek. Patlama oldu, tüm Türkiye öfkendi, üzüldü. Ama hayatımıza devam ediyoruz her zamanki gibi. Duyarsız olmayı biliyoruz, yaşayabilmek için ne kadar gerekli olduğunu biliyoruz.
Omela’yı Bırakıp Gidenler bir kurgu belki, ama asla abartı değil. Herkes mutlu olamaz bu dünyada, herkes istediği koşullara, çevresinden istediği ilgi ve sevgiye sahip olamaz. Çoğu kişi hak ettiğini alamaz, bazı insanların çirkin mutluluğunu sağlayabilmek için. Büyüdükçe insan anlıyor ki, bir kimsenin hak ettiği hayata sahip olması lüks sayılıyor. Hayatlarımız güzel belki, ama çirkin bir dünyada yaşıyoruz. İnsan insanı maddiyat için, toprak için öldürüyor.
Omela’ya geri dönelim. O zavallı çocuğa herkes yardım etmek istiyor neredeyse, herkes onu bulunduğu rezillikten kurtarmak istiyor. Ama kimsenin buna cesaret etmesi mümkün değil. Binlerce insanın mutluluğu o çocuğa bağlı. Zihin geriliği olan, ilgilenilmemiş, pis, bakımsız, zavallı çocuğa. Çocuğu ziyaret etmeye giden Omelalılar sefalet karşısında öfkeleniyor. Belki çocuğun hali onları öfkelendiriyor, nasıl bu kadar bakımsız bırakılmış diye. Belki ona yardım edemedikleri için içerliyorlar. Belki de kafalarının rahatlığı bozan bu görüntü onları öyle huzursuz ediyor ki, bencilce bir öfkeye bürünüyorlar. Bazı insanlar da çocuğu gördükten sonra derin bir sessizliğe gömülüyor. Yürüyor, yürüyor, Omela’yı terk ediyor. Omela günümüz dünyasının resmi, bir benzeri belki de. Omela’yı terk edenler nereye gidiyor acaba? Çirkinlikten kurtulabiliyorlar mı? Öyleyse ben de gitmek isterdim, nereye gittilerse.