Filmle ilgili spoiler içerir.
Yönetmen koltuğunda Morten Tyldum’ın oturduğu ‘The Imitation Game: Enigma’ geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Filmde Benedict Cumberbatch, Keira Knightley, Charles Dance, Mark Strong gibi çok güçlü isimler yer alıyor. Film, Almanların İkinci Dünya Savaşı’nda kullandıkları ‘Enigma’ şifreleme sistemini çözmeye çalışan Alan Turing ve ekibini anlatıyor. İngiltere’ye bu savaşı kazandırmak için daha önce hiç denenmemiş bir yol bulan Alan Turing, kendisine ve başarmak istediği şeye inanmayanlara kulak tıkayarak çok daha büyük bir sektörün kapılarını aralıyor. Sekiz dalda Oscar adaylığı bulunan The Imitation Game’in, ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ dalında Oscar aldığını da hatırlatmakta fayda var.
Öncelikle filmin geriye ve ileriye sıçrama yöntemleriyle anlatılmasının çok doğru olduğunu düşünüyorum. Bir yandan uzun zaman önce tasarladığı makinesinin yapılabileceğini kabul ettirmeye çalışan Alan Turing’i, bir yandan da bir odanın köşesine itilmiş bir makinenin önünde diz çöken Alan Turing’i izliyorsunuz. Bu, seyircide senaryoyla ilgili tahmin yürütme ihtiyacı doğuruyor. İnandığı şeylerden hiçbir şekilde taviz vermeyen, etrafındaki insanlarla yakınlık kurmaktan hoşlanmayan matematikçilere, bilim adamlarına birçok filmden alışkınız. Ancak; Alan Turing’in bir klişe olduğunu söylemek hiç de doğru olmaz. Turing, formüllerin içerisinde boğulan bir matematikçiden çok daha fazlası. O, “hiçbir şeyi akıl edemeyeceği düşünülen insanların, hiç kimsenin akıl edemeyeceği şeyleri yapabildiğine” en büyük kanıt.
Çocukluğunda arkadaşları tarafından kötü muamele gören Alan Turing, diğerlerinden daha farklı olduğunu biliyor; hatta daha zeki olduğuna inanıyor. Bunu böbürlenmek için değil, sahip olduğu koşullarda en iyisini yapmaya çalışan bir insanın olgunluğuyla söylüyor. Onunla sürekli dalga geçen insanlar arasında edindiği tek arkadaşı Christopher, yaratacağı değişimden haberdar bile olmadan Alan’a hayatının amacını veriyor. Alan, Christopher için ilk şifreli mesajını yazdığında bunun aslında konuşmaktan hiç de farklı olmadığını fark ediyor. “İnsanlar konuşurken asla ne demek istediklerini söylemiyorlar. Başka bir şey söylüyorlar ve senden ne kast ettiklerini anlamanı bekliyorlar.” Diğer çocuklardan daha farklı olan Alan, onlardan daha farklı şekilde iletişim kurmaya karar veriyor.
Alan Turing icat etmek istediği makine için, en az kendisi kadar iyi bulmaca çözen beyinler aramaya karar veriyor. Bu konuda kendisinden bile daha iyi olan Joan Clarke’la tanıştığında, Turing’i daha farklı yönlerden tanımaya başlıyorsunuz. Joan Clarke’ı, daha doğrusu ailesini, evlilik çağındaki bir kadın için uygunsuz görülen koşullarda yaşamayacağına ikna ederken; ona ailesinin yanına dönmesin diye hazırlıksız ama oldukça içten bir evlilik teklifi ederken Alan Turing’i, harflerin ve sayıların hiç olmadığı bir boyutta görmeye başlıyorsunuz. Turing, Joan Clarke’ı dinliyor, gizli bir aşık gibi geceleri penceresinden içeri atlıyor. Ancak tüm bu sahneleri, dahi bir matematikçinin en az kendisi kadar zeki bir kadında aşkı ve mutluluğu bulacağı beklentisiyle izliyorsanız umduğunuzdan çok daha farklı bir senaryoyla karşılaşıyorsunuz. Klişelerden kilometrelerce uzakta duran Alan Turing, Joan Clarke’ı sohbetini çok sevdiği bir dostundan daha fazlası olarak görmüyor, hayatını adadığı makinesine de ölümünden sonra asla unutamadığı aşkı Christopher’in ismini veriyor.
The Imitation Game, bize İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili doğru bildiğimiz birçok şeyin, düşündüğümüzden çok daha farklı olduğunu gösteriyor. Kader diyerek arkasına sığındığımız zaferlerin, kayıpların aslında bir makinenin söyleyeceklerini bekleyen bir grup insanın kararlarından başka bir şey olmadığını yüzümüze çarpıyor. Enigma’yı, Almanların savaşla ilgili bilgilerini şifreledikleri sistemi çözen Turing ve ekibi; bunu ele verip savaşı kaybetmek yerine, stratejik bir savaş oyunu oynamaya karar veriyorlar. Alan Turing’in bu kararına, etik açıdan çok farklı yorumlarda bulunulabilir. Tanrıcılık oynadığını söyleseler de; Alan Turing bunun doğru olmadığını biliyor; çünkü kendi sözleriyle, kendisinin ne zaman ve nerede gerçekleşeceğini bildiği ama durdurmadığı yüzlerce saldırıyla bu savaşı Tanrı kazanmıyor, bu savaşı Alan Turing ve İngiltere kazanıyor.
Film, içerdiği mesajlar yönünden oldukça güçlü. Savaş etiği, cinsel tercihlere yönelik baskı, kadınların toplumdaki yeri gibi birçok konuya doğrudan ya da dolaylı olarak değiniyor. Her şeyden önce savaşın süresini ve kayıpların sayısını azalttığını bilse dahi; oynadığı oyundan dolayı vicdan azabından kurtulamayan, savaş zamanı bürokrasinin kirli oyunlarının ve tehditlerinin altında ezilen, cinsel yönelimlerden dolayı toplumdan dışlanan ve ‘iyileşme’ye mecbur bırakılan bir adamın, intiharla son bulan hayat hikayesine tanık oluyorsunuz. Filmin bu kadar çarpıcı olduğunu söylemişken, bunda oyuncuları netkisinden bahsetmemek olmaz. Benedict Cumberbatch’in sergilediği muhteşem oyunculuk bile tek başına The Imitation Game’i izlemek için yeterli bir sebep.