Tren istasyonlarını, metroları, hava alanlarını pek severim. Ortak noktası “yolda olmak” olan birbirinden alakasız insanların koşuşturmalarına şahit olmak, muhtemelen bir daha görmeyeceğim yüzlerle göz göze gelmek, onlar için kafamda hikâyeler yazmak ve -onlardan biri olduğum için- benim için yazılan hikâyeler olduğunu bilmek ve en önemlisi; tüm bunlar olup biterken aslında hiçbir şeyin olmuyor oluşu, kimsenin bu sessizliği bozmayışı bana hep çok özgür hissettirmiştir kendimi. Koşarak inilen merdivenlerin son basamaklarında kaçırılan metro seferleri, saniyelerle kazanılan fırsatlar aslında bence. Bir sonraki sefere kadar; kimsenin kimseyi tanımadığı, rollere ara verilip içten geldiği gibi davranılan kısıtlı süreler. Bir de kulaklıklarınız yanınızdaysa eğer; bu kısıtlı süreler sizin dünyadaki en önemli, en kayda değer hayatı yaşamadığınızı; böylesi milyonlarca koşuşturmadan sadece biri içinde olduğunuzu hatırlatmaya yetiyor – ve sanırım iyi de geliyor.

gecebitmeden1

Dediğim gibi, istasyonlarını severim. İstasyonlarda çekilen filmleri severim. Hele ki, romantik bir filmin tanışma sahnesi bir istasyonun, bir köşesinde gerçekleşiyorsa; ne yalan söyleyeyim pek bi’ severim. Bu sebepten olacak ki; Chris Evans’ın yönetmenliğini, aynı zamanda baş rolünü üstlendiği “Gece Bitmeden” isimli 2014 yapımı filmini de (geç kalmış olsam da) pek sevdim.

İlk bakışta seyirciyi şaşırtacak pek bir şey yok aslında filmde. Karizmatik bir adam, güzel bir kadın, son sefer olup kaçırılan bir tren. Adam kadına yardımcı olmaya çalışır, kadın başta reddeder fakat sonra kabul etmek durumunda kalır…

Filmin kendini sevdirdiği noktalar çok başka aslında. Öncelikle, filmin son çeyreğine gelinceye dek karakterlerin birbirlerine âşık olmasını bekliyorsunuz ve beklediğinizi bulamıyorsunuz. Bu ikiliden romantizm dolu sahneler beklerken iki tarafın da kurtarmaya çalıştığı bambaşka aşk hikâyelerinin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bu durum doğal olarak bir merak uyandırıyor seyirci olarak sizde. İşin güzel tarafı, bir noktadan sonra karakterlerin artık aşık olmalarını beklemeye başlıyorsunuz ve bu beklenti sizi filme bir adım daha yaklaştırıyor.

beforewego

Alice Eve’in, seyircisinin vicdanı oluveren oyunculuğu eşliğinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartmaya çalışıyorsunuz. Sadakat ve umut kavramları birbiriyle savaşadururken, siz de bir yandan kendi vicdan muhasebenizi yaparken buluyorsunuz kendinizi. Filmin müziklerinin de, sizi filme katma konusunda son derece gayretli olduğunu itiraf etmeliyim. (Öyle ki; yazının başından beri filmin ruhundan kopmama adına “ Taken By Trees-Only Yesterday” dinliyorum.)

Son ana kadar ne yapacaklarını kestiremediğiniz, ama bir yandan da aşık olmaları gerektikleri inancını içinize yerleştiren bu iki insanın hikayesini; onların oyunculukları olmadan kelimelerle anlatmak zor. Fakat filmi izlemeniz tavsiyesinde kolaylıkla bulunabilirim.

Şuan kalkıp, bir tren istasyonuna gidip ne kadar sıradan olduğunuzu hatırlamak, üzerinize yüklediğiniz hikâyeleri ne denli büyüttüğünüzü fark etmek ve ruhen özgürleşmek zaman alabilir. Fakat bu hissi Gece Bitmeden’i seyrederek çok daha keyifli bir şekilde yakalayabilirsiniz.

Hem belki düşünmeyi dahi ertelediğiniz meselelere bir şans vermiş olursunuz, gece bitmeden.

İyi seyirler

Leave a Reply