Serinin ilk yazısına linkten ulaşabilirsiniz.
Günümüzde edebiyat uyarlaması filmlerin artışı ve bazı yönetmenlerin sinemayı sadece ekmek teknesi olarak görmeleri sebebiyle bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.
Sinemada uyarlama akımı -yüzyıllara göre çekilen film sayısının artışından ötürü- 21.yy’da, daha öncesine oranla büyük bir patlama yaşadı. Bu yönelimden özellikle sinemanın amacı ve değeri ciddi anlamda etkilendi ve etkilenmeye de devam ediyor. 21.yy’da ekonomik kaygılar sinemanın felsefesini yavaş yavaş sindirmeye başladı. Bunun sonucunda bazı yönetmenler, ‘’Mesajımı nasıl daha etkili aktarabilirim?’’ sorusu yerine ‘’Seyirciyi nasıl daha çok eğlendirebilirim?’’ sorusuna yöneldiler. İkinci sorunun cevabı belliydi az çok: dünya çapında çok satan kitapları sinemaya uyarlamak. Çok satanlar listesinde olan kitapların listede olmayanlardan farkı insanları daha fazla eğlendirmeleri ve daha fazla kitleye sahip olmalarıydı. Bu yönetmenlere göre, kitaplar beyaz perdeye aktarılınca da büyük bir kitleye sahip olacaktı ve oldu da. Harry Potter’dan Açlık Oyunları’na, Twilight’dan Grinin Elli Tonu’na sinemaya uyarlanan bu popüler kitaplar yüksek miktarda gişe başarısı elde ettiler. Belki beyaz perdede daha sürükleyici filmler elde edildi fakat sinemanın temel amacı olan -anlaşılma ihtiyacından doğan- bir duyguyu veya bir düşünceyi aktarabilme kaygısıyla hareket edilmediğinden hayatımızda bir iz bırakamadı bu yapıtlar. Sadece 2 saatimizi eğlenerek geçirmemize yardımcı oldular. Fakat sanırım en büyük cezayı hiç bir zaman nesilden nesile izlenen -klasikleşmiş- bir film olamayarak ödeyecekler.
Bu amaçla hareket eden filmlere çokça örnek verilebilir. Mesela yukarıda da ismini dillendirmiş olduğum, 21.yy’a gerek kitaplarıyla gerek filmleriyle damga vurmuş Twilight serisi. Bu seri bir vampirin bir insana aşık olmasını heyecan verici olaylarla anlatmayı başarıyor. Fakat film kendine ana tema seçtiği aşk duygusunu ‘Nasıl daha iyi hissettirebilirim?’ in yerine bir çok merak uyandıran olayın akabinde ‘Nasıl daha çok eğlendirebilirim?’ sorusuyla ilgilenerek birincil amacının gişe yapmak olduğunu açıkça gösteriyor sanırım.
Peki hem eğlendirici olup hem de sinemanın temel amacına sadık kalabilecek uyarlama filmler çekilebilir mi? Bence bu tarz filmlerin çekilebileceğini Stanley Kubrick seneler önce ispatladı. Birçok kitabı filme uyarlayan Kubrick, Anthony Burgess’den uyarladığı Otomatik Portakal’da (A Clockwork Orange) insanın iç güdülerinin devlet eliyle meşrulaştırılmasının yanılgı olduğu fikrini, sürükleyici bir senaryoyla etkili bir şekilde aktarmayı başardı. Ludovico tekniğini* kendi bakış açısıyla en iyi şekilde eleştirmeye çalıştı. Yani kendince uygun görmediği bu sistemin sebep olacağı sonuçları filmin her anında sorguladı. Örneğin; Ludovico deneyinin kurbanı olan Alex karakteriyle bu deneyin sonucunda seçim yapma özgürlüğünün kalmayacağını ve bu özgürlüğün kaybolmasıyla iyilik kavramının da yok olacağını anlattı bizlere. Fakat en önemlisi, Kubrick bu özgür seçim yapabilme yetisinin insanı insan yapan temel özellik olduğunu ve Ludovico kurbanlarının bu yetiyi kaybetmelerinden dolayı, yavaş yavaş robotlaşmaya başladıkları düşüncesiyle hazırladı filmini. Yani amaç seyirciyi eğlendirip gişe yapmaktan ziyade bir düşünceyi en iyi şekilde aktarmaktı. Peki Kubrick bu düşüncesini aktarırken seyircilerin eğlenip eğlenmemesini düşünmedi mi? Tabii ki düşündü. Asıl ustalık da buydu zaten; sürükleyici bir olay örgüsünde mesajını izleyiciye başarıyla aktarabilmek.
Evet, bir duyguyu veya düşünceyi aktarmaktansa, maddi kaygıları amaç edinerek daha kolay film çekilebilirdi belki. İki şeye ihtiyaç vardı: Büyük kitleye sahip bir kitap ve yeterli bir bütçe. Bu düşünce film şirketlerini ve yönetmenleri kolayca zengin edebilirdi ve etti de zaten. Ama bedelini zaman içinde unutulmaya yüz tutarak en ağır şekilde ödeyeceklerdi.
*Şiddet eğilimlerini sonlandırmak için bilinçaltına istenmeyen mesajları yüklemek.