Edebiyat derslerinin “Türk edebiyatının romantik tiyatrosunun ilk örneklerinden olan Vatan yahut Silistre…” gibi olmazsa olmaz klişe cümlelerine hepimiz iyi kötü aşinayız. Bu aşinalık -maalesef ki- birkaç kuru bilgi ezberinden öteye geçemiyor. Edebiyatımızı anlama ve tanıma konusunda sınıfta kalmamıza sebebiyet veren kuru bilgi öğretileri, -belki de- edebiyatımıza zarar veren vasıtalarından başında. Batı’ya yüzünü dönmüş Türk edebiyatının en büyük kalem neferlerinden olan Namık Kemal de bu zarar veren vasıtaların tahribinden nasibini almış ve genç dimağların gözünde kuru ezberlerin objesi olan bir edebiyatçı figürü olmaktan ileri gidememiştir. Bu yazının amacı ise -bu tahribata merhem olacak nitelikte-, Namık Kemal’in Magosa sürgününü genç dimağlara anlatmaktır. Kullandığım genç dimağlar lafı kimseyi yanıltmasın; lafın kast ettiği yaşça genç olanlar değil, Namık Kemal’i anlamaya uzak olanlardır. Yazımın ana meselesinin Vatan yahut Silistre eseri ve sonrasında yaşanan sürgün hadisesi olduğu düşünülürse, Namık Kemal’in hayatının ve edebi kişiliğinin ayrıntılı olarak incelenmeyeceği anlaşılabilir. Bu sebeple, yazmaya, Namık Kemal’in kısa süren Gelibolu Mutasarrıflığı döneminden başlayacağım.
Namık Kemal’in hayatına keskin bir girizgâh yapalım: Sadrazam Mahmut Nedim Paşa hakkında yazdığı yazılar yüzünden, Namık Kemal, Gelibolu Mutasarrıflığı’na atanır. Kısa süren bu devlet görevi sırasında, yazımın çıkış noktasını oluşturan Vatan yahut Silistre’yi kaleme almaya başlayan Namık Kemal, kuduz hastalığını önlemek adına köpekleri sürgün etmesi sebebiyle -üç ay bile dolmadan- saray tarafından Gelibolu’daki devlet görevinden azledilir. Azledilişi sonrası İstanbul’a gelen Namık Kemal’ın oyunu tamamlamasının ardından; eser, 1 Nisan 1873 gecesi dönemin ünlü tiyatrolarından Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahneye konulur.
Oyunun halk üzerinde yarattığı heyecanı aktarmadan önce oyun hakkında bilgi vermekte fayda görüyorum. Oyunun ilk adı, Vatan’dır. Oyunun sahneye konulması sonrası uygulanan yasaklar ve sansür sonrasında, oyun, Kırım Savaşı sırasında cereyan eden Silistre Kuşatması’nı anlatması sebebiyle Silistre adını almıştır. Sonrasında ise, Vatan yahut Silistre olarak kabul görmüş ve yaygınlaşmıştır. Konusu ise, Türk televizyonlarını bir dönem kasıp kavuran İspanyol pembe dizileri kadar dramatiktir. Oyunun başkahramanı olan Zekiye Hanım, sevdiği adam olan vatan sevdalısı İslam Bey’in arkasından kuşatmaya erkek kılığında gider. Sonrasında ise, kale komutanının, Zekiye Hanım’ın öldü sandığı babası olduğu anlaşılır. Oyunun sonunda kale özgürlüğe, sevgililer birbirine kavuşur. Her ne kadar bugünkü estetik anlayışıyla komik ve sıradan diye nitelendirilebilecek bir olay örgüsüne sahip olsa da, Vatan yahut Silistre, birçok kez Osmanlı Devleti’nin muhtelif şehirlerinde sahneye konulmuş ve hatta birçok Avrupa diline çevrilmiştir.
1 Nisan gecesi vuku bulan sahnelenme sonrasında halk duygulanıp coşkunluk gösterir ve oyunda geçen “Yaşasın vatan!” seslerine katılır. Bu katılışın yanında, “Kemal Bey çok yaşa!” diye de bağırırlar. Hatta işi ileriye götürerek “Allah bizlerin muradını versin, biz muradımızı isteriz.” derler. Bağırışlarda geçen murat kelimesi, saray tarafından, Abdülaziz yerine veliaht Murat Efendi’nin geçirilmesi yönündeki isteğin bir tezahürü olarak algılanmıştır. Coşkunluk bu kadarla da sınırlı kalmamış, bir kısım izleyici Namık Kemal’in neşrettiği İbret gazetesine gelmiş ve “Var olsun Kemal-i millet!” dileğiyle başlayan bir tezkere bırakmıştır.
Saray’ın tepkisi gecikmemiş ve 6 Nisan’da İbret gazetesi kapatılmıştır. Aynı gün beş sanatçı tutuklanır: Bereketzade İsmail Hakkı, Nuri Bey, Ahmet Mithat Efendi, Ebuzziya Tevfik ve Namık Kemal. Beşi de hangi sebeple tutuklandıklarını bilmemektedirler. Hapishanede kaldıkları sırada neden tutuklandıkları üzerinde düşünmüş ve kendilerince yorum yapmışlardır. Sorgulanmamaları ve mahkemeye çıkarılmamaları sebebiyle, hepsi, haksız ve suçsuz yere tutuklandıklarına inanmaktadırlar. Ayrıca, eğer sebep Vatan yahut Silistre’nin sahneye konulmasıysa, hepsinin tutuklanmasının bir manası yoktur. Oyun sonraları birçok kez oynanmış ve hatta ikisi Abdülaziz’in huzurunda vuku bulmuştur.
Cezaya çarptırılan beş sanatçının cezalarını çekecekleri yere özel bir vapurla gönderilmesine karar verilir. Vapura bindirilen beş kalemşör, gazetecilik ve zararlı yayın çıkarmak suçuyla sürgüne gönderildiklerini vapurda öğrenirler. İki vapur değiştirmeleri sonrasında, bu beş sanatçı, Osmanlı sınırlarında nam salmış sürgün yerlerinden olan Rodos, Akka ve Magosa’ya dağıtılmıştır. Bu üç sürgün yeri, o dönem Osmanlı’nın en güç şartlara sahip olan yerleri olarak görülmüş ve saray tarafından birçok ünlü kişi, sanatçı ve devlet adamı ıslah olmaları amacıyla bu şehirlere gönderilmiştir.
Dağıtılmaları sonrasında bahtına Magosa düşen Namık Kemal, bir mektubunda Magosa’yı pisliğinden ve kokuşmuşluğundan mütevellit yeryüzünün kurtlaşmış çıbanı olarak nitelendirir. Aynı mektupta yer alan ifadeler, Namık Kemal’in sürgün hayatını ve o dönemin Magosa’sını anlamak açısından önemlidir. “Pencereden bakıp da sahrâlar dolu harâbelerini, dağlar parçalanmışçasına taş yığınlarını gördükçe, Sûr-ı İsrâfil çalınmış, fakat ben işitmemişim zannediyorum.” diyerek başlar sözlerine ve kaldığı kaledeki evleri mezara, içindeki insanları ölüye, giysilerini de yırtık kefene benzetir. Havası o kadar olumsuzdur ki, havasından dört tarafa dağılan hastalıklardan en hafifi olan sıtma bile şişhane kurşunu kadar çabuk öldürür. Olumsuz hava ve iklim koşulları sebebiyle Kıbrıs halkını gerçek bir mücahit olarak görür.
Bunlara ilaveten, her şeyin Londra’dan daha pahalı olduğunu, halkın yoksul olduğunu ve bu yüzden arpa ekmeğini bile zor bulduklarını söyler. Suyunu tasvir etmeyi de unutmaz, kuyulardan çektikleri şap ve güherçilenin yoğunluğundan şikâyet eder ve bu yoğunluğun bırakın Mısır Çarşısı’nı, Kahire Baruthaneleri’ni bile bir asır idare edeceğini söyler. Ek olarak, biraz da nüktedan bir şekilde; önceleri ağızdaki acılığı def etmek için rakı üzerine su içtiklerini, şimdi ise su üzerine rakı içtiklerini söyler. Suyundan sonra sıra Magosa’nın pire ve farelerine gelir. Farelerin yazıcı zümresi kadar sınırsız, pirelerinin ise kâfir orduları kadar sonsuz olduğunu dile getirir. Sonrasında yine nüktedanlığını konuşturarak sivrisineklerin ve tatarcıkların insanın hatırını hemencecik sorduğunu söyler. Sözlerini bitirirken Magosa’nın taş ve kayaları ile ilgili tespitlerde de bulunur ve bunların en ufağının bile insana işkence etmede cellat ayarında olduğunu söyler. Toprağın İran çöllerinden Magosa’ya atıldığını düşünen Namık Kemal, bu toprağın göz çıkarmakta kızgın milden aşağı kalmadığını belirtir.
Yukarıda aktardığım mektubu dışında, başka bir yazısında adadaki sivrisineklerden şikâyet eder: Mübareklerin insana göz açtırmadığını, vücudunu yoklasalar üzerinde en az otuz sivrisinek yarası bulabileceklerini belirtir. Bu sineklerin İstanbul’dakilerle mukayese edilmemesi gerektiğini, çünkü bunların her birinin bir arı kadar olduğunu ve soktukları yerin kanayıp bakla gibi şiştiğini belirtmiştir. Onun verdiği bilgilerden, Magosa’nın; doğal çevre, iklim, hava ve su açılarından yaşanamayacak bir yer olduğunu rahatlıkla anlıyoruz. Bahsi geçen doğal zorlukların yanında bir de beşeri zorluklar vardır: Yalnızlık ve dostlarından haber alamamak yıpratmaktadır Namık Kemal’i. Öncelikle gazete ve kitap en büyük özlemidir sürgün hayatında. Kıbrıs’ta mutasarrıf olan Veys Paşa’dan gazete ister, öyle ki okunmuş gazetelere bile razıdır. Kitapların yokluğu ikinci büyük sıkıntısıdır, eserlerini yazmak için kitaplara gereksinimi vardır. Bu amaçla arkadaşlarına başvurur, İstanbul ve Avrupa’dan siparişler verir. Diğer tarafta, sürgündeki arkadaşlarının gönderdiği mektuplar onu hayli derinden yaralamaktadır. Akka’daki dostları, bu mektuplarda, eti unuttuklarını ve et yerine işkembe yediklerini belirtmişlerdir. Namık Kemal, arkadaşlarına yardım etmek isteğiyle Tasvir-i Efkâr matbaasını satmayı bile düşünmüştür. Bir diğer zorluk, sinek ve sıtma belasıdır. Sık sık hastalanıp yatağa düşer, öyle ki doktor bazı zamanlar yazı yazmasına bile izin vermez. Hatta bir seferinde hastalıktan ve yitirdiği iki arkadaşının üzüntüsünden kör olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.
Bütün bu bahsi geçen doğal ve beşeri engellere rağmen, Namık Kemal, bulunduğu yere uyum göstermeye çalışır, moralini yüksek tutar. Vatan ve özgürlük yolunun engellerle dolu olduğunun bilincindedir. Bu yola girenlerin sıkıntıları kabul etmesinin elzem olduğunu bilir. Moralini yüksek tutma çabalarını, kızına Magosa’dan gönderdiği otuz sekiz mektupta rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu mektupların birinde, her bahsi açıldığında nefret kustuğu Magosa’yla ilgili olumlu sözler de sarf etmiştir: “Ben burada o kadar rahattayım ki ta’rif edemem. Her akşam denize giriyorum; Magosa’da bir koca liman var; beyaz kum içinde… İnsan, Unkapanı’ndan Galata’ya kadar bir gidiyor, yine deniz, boğazına kadar çıkmıyor… Hele bilsen, o beyaz kum, suyun içinde ne güzel görünüyor… Tıpkı tıpkısına, sizin İstanbul hanımefendilerinin yaşmak altında parlayan çehreleri gibi…”
Magosa sürgünlüğünün Namık Kemal’e en büyük katkısı edebiyatla uğraşma olanağı sunmasından ileri gelmektedir. Gerçekten de Namık Kemal edebi ürünlerinin çoğunu sürgünde olduğu bu otuz sekiz ay içinde verir: İlk olarak Vatan yahut Silistre ile aynı dönemlerde yazmaya başladığı Raz-ı Dil adlı tiyatrosunu tamamlar. Bu oyun sonradan Gülnihal adını almıştır. Ardından Akif Bey, Zavallı Bey ve Kara Bela adlı tiyatrolarını yazar. İntibah adlı romanını kaleme alır ve sonradan Midilli sürgünlüğünde tamamlama şansına erişeceği Cezmi romanını yazmaya başlar. Ayrıca, içinde bulunduğu hâl ve koşullardan dolayı mıdır bilinmez; eleştiri türündeki eserlerinin hemen hemen hepsini Magosa sürgünlüğünde kaleme alır.
Otuz sekiz ay süren Magosa sürgünlüğü; kendisini fiziksel ve ruhsal olarak yıpratması, ayrılık ve özlem nedeniyle üzülmesi ve ailesini üzmesi, zaman zaman maddi sıkıntılar çekip çektirmesi, kendisiyle birlikte arkadaşlarının cezalandırılmasına yol açması, onların çektiği sıkıntılar gibi nedenlerle Namık Kemal için üzüntü verici bir dönem olmuştur. Buna rağmen edebiyatçı bir Namık Kemal yarattığı için de sevinmek gerek. Vatan yahut Silistre’nin sahneye konulmasıyla başlayan sürgünlük hayatı başka sürgünlüklerle devam etmiş ama vatan ve özgürlük uğruna olan savaşı, Sakız Adası’nda vefat edişine kadar ilk günkü kararlılığından hiçbir şey yitirmemiştir. Sözlerimi bitirirken, yazdığım yazının farklı farklı bireyler tarafından her okunuşunun, Namık Kemal’in yaşadığı acıları ve üzüntüleri hafifleteceği ve hayatını adadığı mücadeleleri daha da yücelteceği kanısındayım.
[box_light]Kaynakça[/box_light]
Aydoğan, B. (2003). “Namık Kemal’ın Magosa Sürgünlüğü.” Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12 (12), 15-28.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Nam%C4%B1k_Kemal
https://tr.wikipedia.org/wiki/Vatan_yahut_Silistre#cite_note-4