Merhaba sevgili GazeteBilkent okurlarımız! Gazetemizde başlattığımız yeni uygulamamızla misafir yazarlarımızın çalışmalarını sizlerle paylaşıyoruz. Yazmayı seven ve çalışmalarını okuyucularımızla paylaşmak isteyen herkes için başlattığımız köşemizde sizler de yer alabilirsiniz. Sosyal medya hesaplarımızdan ya da gazetebilkent.gb@gmail.com adresinden bizlere ulaşarak yazılarınızı gönderebilirsiniz. Gazetemize sağlayacağınız katkıları büyük bir merak ve heyecanla bekliyoruz, keyifli okumalar dileriz!
“Misafirimiz Var” köşemizin ilk konuğu olan İrem Er, 1990 yılı Ankara doğumlu ve şu an Gazi Üniversitesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans yapıyor. Öykü ve şiir çalışmalarının yanı sıra bir mizah dergisinde kısa süreli editörlük deneyimi olan Er, son zamanlarda ise yüksek lisans eğitiminde üzerine yoğunlaştığı dramaturji, tiyatro yazarlığı ve şiir alanlarına yönelik çalışmalarını Kanada’da sürdürüyor. Çalışmalarını, “Tam bir Ankara tutkunu olarak şiirlerimin çoğunda; henüz yirmi yaşındayken kaybettiğim babama, Kanada’ya göç hikâyem sonucunda memleketime olan özlemime ve aldığım eğitim neticesinde kazandığım varoluşçu dünyanın acımasızlığına dair izlenimleri bulacaksınız.” cümlesiyle özetliyor. Gazetemize olan bu güzel katkısı için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca bu dosyanın ikinci bölümünü önümüzdeki ay sizlerle paylaşacağız.
Aşkın ve varlığın keşfinin edebiyatı; Fransız Edebiyatı!
Dünya edebiyatları arasından tüm olgun tavrı ve yenilikçi bakış açıları sayesinde sıyrılarak, örnek gösterilebilecek nitelikte olan Fransız Edebiyatı; seçkin yazarlarıyla edebi hayata olduğu kadar, felsefi hayata da büyük ölçüde yön vermiştir. Sunduğu düşünsel ve kültürel dünyası sayesinde felsefe alanında olduğu kadar sanat dünyasının diğer alanlarında da beklenmedik sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca birçok edebi akım ve biçemler dâhilinde öncülük yapan edebiyat unvanını taşımayı da adeta bir gelenek haline getirdiklerini söylemek mümkündür.
Orta Çağ ve Antikite adı verilen dönemler içerisinde oluşumları kuvvetle hissedilen Fransız edebiyatının bu ilk adımları milattan önce 800’lü yıllarda ortaya çıkarak, Erken Fransız Edebiyatı olarak adlandırılmış ve neredeyse diğer tüm dünya edebiyatlarında olduğu gibi şiirle kendini göstermiştir. Bu durumun başlıca sebebi olarak, toplumu oluşturan bireylerin söz konusu olan bu dönem boyunca eğitimden yoksun şekilde ve din egemenliğinde yaşamaları gösterilmektedir. Nitekim bir tür olarak şiirin; bu haldeki hayatın gerçeklerinden bihaber yaşayan bir topluma herhangi bir konuda yetkinlik kazandırmak açısından, anlatılması ve ezberlenmesinin kolay olması sebebiyle de tercih edildiği söylenebilir. Bu şiirler genelde anlatıma dayalı bir tür olarak ortaya çıkmaları sebebiyle doğal olarak bir anlatıcıya gereksinim duymaktadırlar ve bu gereksinimi o dönemlerde bir meslek olarak görülmekte olan jonglör adı verilen kişilerce karşılamaktadırlar. İlk olarak karşımıza çıkan şair; lirik türdeki şiirlerine 1100’lü yıllarda rastlanan, bestelediği aşk ve ölüm temalı balatlarıyla bu döneme damgasını vuran dönemin en ünlü lirik şairi ve aynı zamanda Modern Fransız şiirinin kurucusu olarak anılan François Villon’dur. En eski şiirler olarak akla gelen ilk şiir türlerinden bir diğeri olan epik şiirlerin yanı sıra, ilahileri andıran öyküsel bir üslupla işlenmiş şiirler, daha çok şövalyeler tarafından anlatılan romans adı verilen kısa hikâye tarzındaki şiirler ve pek tabii ki tüm dünya yazın tarihinde farklı bir konuma sahip olan fabllar yer almaktadır. Nitekim tüm bu şiirsel çeşitlilik yelpazesi altından fablın; alan olarak ayrıcalıklı bir yer edinmesi, bir nevi edebi sanatların da başlangıcı sayılabilecek kişileştirme sanatını hayvanlar üzerinden insanlara uyarlayarak kurgulaması ve etik değerleri yüceltmesi açısından La Fontaine ile ivme kazanarak, kendisine dünya edebiyatı içerisinde sarsılmaz bir konum kazandırmıştır.
Rönesans ile birlikte halkın yaşadıkları toplum düzenindeki mevcut durumları daha net bir şekilde kavramaya başlamasıyla; yaşantıda hâkim olan eğitsel ve öğretsel düzenin uhrevi bakış açısı, dünyevi bir bakış açısına doğru dönüşüm gerçekleştirmiştir. Hümanist bakış açısının geliştirdiği bu yeni düşünsel tavır, edebi düzeni de etkilemiş ve bu yönde eserler verilmeye başlanmıştır. Öyle ki Pantagruel ve Gargantua gibi Rönesans dönemine damga vuran nitelikte eserlerin sahibi François Rabelais; mevcut siyasi düzene dair hiciv sayılabilecek türden yaklaşımlarını son derece akılcı bir üslup kullanarak, kurgusal metin düzeninde ele almıştır. Bu dönem ardından ortaya çıkan ve kurucusu Pierre de Ronsard olan Pleiade adı verilen bir nevi okul olarak görülen grup ile Fransız edebi dünyasının kendisini geleneklerle bezediği dünyasından sıyrılarak, Antik Yunan ve Roma’dakine benzer şekilde edebi anlam açısından bir yenilik arayışı içerisinde olduğu görülür.
Bir yazın türü olan deneme alanında üstat olarak kabul edilen Montaigne’in 16. yüzyılda ortaya çıkmasıyla birlikte, son derece ferdi düşüncelerin edebiyat aracılığıyla ne denli didaktik bir yanının da olabileceği görülmüştür. Hümanizm okumalarına adapte olmuş bir eğitim hayatını, Rönesans döneminin etkilerinin en yoğun şekilde hissedildiği bir süreçte almış olması da edebi ve felsefi alandaki yetkinliğine büyük ölçüde katkı sağlamıştır.
Ve edebi anlamda ilerlediğimiz kronolojik düzende 16. yüzyılın sonuna gelinmiş; Nantes Buyruğu, dönemin Fransa Kralı olan IV. Henri tarafından yayınlanmış ve yine bu dönemde mevcudiyeti kadar sonuçlarından da sıkça söz edilen Din Savaşları bitmiştir. Söz konusu tarihsel açıdan etkin olan bu dönem; Fransız edebiyatına da yazınsal anlamda çok önemli bir zemin hazırlamakla kalmamış, Güneş Kral unvanına sahip XIV. Louis’nin Fransa tarihinde bir kral olarak sanatsal anlamdaki üretken faaliyetlere verdiği destekler açısından arz ettiği öneme de öncülük etmiştir.
Tüm kargaşasının doğurduğu bereketiyle gelen mevcut dünya düzeni ve pek tabii ki Fransız edebiyatı; 17. yüzyılın eşliğinde en unutulmaz dönemlerinden birine, yani klasisizme adım atmış olur. Ülkemizde de günümüze uyarlanarak sık sık sahnelenen başta Cimri adlı oyunu olmak üzere; Hastalık Hastası, Don Juan, Aşk Doktoru, İnsandan Kaçan gibi oyunlarıyla tanıdığımız asıl adı Jean Baptiste Poquelin olan Molière bu döneme damgasını vuran yazarlar arasındadır. Birçok otorite tarafından Fransız tiyatro tarihinin en önemli oyunu olarak kabul edilen Le Cid’in yazarı Pierre Corneille ise Fransız edebi tarihi açısından trajedi türünün kurucusu olarak anılmaktadır. Oyunu son derece ilgi gören ve beğenilen yazar; oyununu üç birlik kuralı denilen yer, zaman ve olay birliği çerçevesinde kaleme aldığını belirtse de; Académie Française hemen duruma müdahil olarak, Le Cid’in başarılı bir oyun olduğunu fakat üç birlik kuralı açısından hatalı yönleri olduğunu belirtmiştir. Bu son derece sert ve acımasız yorumların ardından Richelieu, akademinin bu görüşleri neticesinde oyunun sahnelenmesine yasak getirir. Giderek büyüyen bu tartışma Corneille’in Rouen’e dönmesine ve giderek içinde yaşadığı toplumdan kopuk bir yaşam sürmesine sebep olur. Klasisizmin hâkim olduğu dönemin son demlerinin yazarı; aynı zamanda ülkemiz edebiyatının Tanzimat Dönemi yazarları arasında da en çok etkisi görülen yazarı olan Jean Baptiste Racine’dir. Eserlerinde Yunan şairi Euripides’in etkileri açıkça hissedilmekte olup, Fransız klasik edebiyat döneminde baskın olarak görülen trajedi türünün gelişmesinde önemli katkıları olmakla birlikte; en çok bilinen eserleri arasında Iphigénie, Bajazet ve Phèdre gösterilmektedir. Fransız edebiyat tarihi klasik döneminin komedi ve trajedi alanındaki dünya çapında öneme sahip yazarları Molière, Corneille ve Racine ile 17. yüzyılın tozlu ve tarih kokan sayfalarını; 18. yüzyılı karşılamak üzere kapatıyoruz.
Görsel Kaynakça
https://www.jantoo.com/cartoons/keywords/gargantua-and-pantagruel
https://hasmark.dk/123/montaigne-essays-cannibals-sparknotes