Aşk Tesadüfleri Sever ilk çıktığında sinemada annemle izlediğim, yüklü Türk draması içerdiğini inkâr edemesem de sevdiğim bir film. Ancak filmde belli Türk akımlarına verilen yerin ve bazı sevilen oyuncuların bulunmasının yanında, filmin popüler kültürden beslense bile Türk sinemasında yeni ve bir ucu bilim kurguya uzanan bir yanı bile olduğunu düşündüm hep. Bence, yapımcıları değişik ve özenli bir iş yapmaya çalıştıklarını film müzikleriyle bile sunmuşlar. Müslüm Gürses’ten tutun, Demir Demirkan’a kadar birçok önemli sanatçının şarkılarıyla süslenmiş hikâye örgüsü, şarkı sözlerini bile hikâyenin tamamlayıcı unsuru olarak kullanmış.
Ara sıra izlediğim eski filmleri tekrar izlemeye dönerim, özellikle Türk filmleriyse. İnsanda yeri özel olan filmlerin unutulmaya başlandıklarında tekrar izlenmesinin verdiği mutluluk ve tabi ki ilk izleyişte kaçan ayrıntıların yakalanmasının verdiği keyfin ayrı olduğuna inanırım.
Film 1 Eylül 1977’de Ankara’da başlıyor. Birçoğumuz, Türk filmlerinde ve dizilerinde başrolün İstanbul olmasına alışıkken, bu filmde Ankara’nın yeri ayrı. Ankara’da doğan, Ankara’da büyüyen ve hayat onları İstanbul’a götürdükten sonra bile “Bir Ankaralı için İstanbul başkasının çocuğu gibidir.” diyen, eşit derecede başrolü paylaşmış iki karakterin hikâyesi Aşk Tesadüfleri Sever. Ve bu Ankara sevdası, bu Ankara kesitleri, bir Bilkent öğrencisi olarak İstanbul’un birçok yerini bilmesek bile Ankara kültürünü soluduğumuz, ömrümüzde önemli yılları bu kültürün bir parçası olarak harcadığımız düşünülürse filmde Ankara’nın bu şekilde resmedilmesi de bana çekici gelen bir başka unsur. Çünkü İstanbul’a hayran bırakan birçok parçasının yanında, Ankara’nın içindeki güzelliği gören başrollerin vurgusu, güzel bir kadına âşık olan onlarca adamın yanında, sevimli ve kalbi güzel bir kız çocuğunu sevebilmek gibi farklı geldi bana. Ve Ankara’yı daha çok sevdirdi.
Filmde vurgusu yapılan ve bir başka ilginç konu, aşkın yanında ölümün anlamsızlaşması durumu. Birçok Türk filmine konu olmuş olmasına rağmen, tüm o dramın ağırlığının altından kalkan bu filmde, farklı bir enerji var. Günlük hayatın enerjik döngüsü içinde, izleyicisini kolayca kendine çekebilen bir filmin aşkın yanında ölümü anlamsızlaştıran karakterinin doğal ve neşeli tavırları, aşkın yanında ölümü anlamsızlaştırma durumunu ağır melankolik insanların doğasına ait bir duygu olmaktan çıkarıyor ve Paris’te Gece Yarısı isimli filmde Ernest Hemingway karakterinin sözlerine getiriyor bizi. “Gerçekten âşık olan bir erkek, ölümden korkmaz.”
Gerçekten aşık olan bir erkek, ölümden korkmaz vurgusu kadını için kurşunlarının önüne atlayan bir adam gibi ekstrem bir şekilde resmedilmiyor, üstelik. Bu resim öyle ince ve derin işlenmiş ki, aslında biliyorsun bir şekilde hayatından vazgeçen bir erkek var sahnede, ama ona dur bunu yapma diyemiyorsun. Olay örgüsünde tek bir an yok, şunu yapsa her şey güzel olacak dediğin. Sadece sana bu durumu fısıldayan bir his ve bir de o çok güzel Demir Demirkan şarkısı, Zaferlerim var.
Filmin içinde beden bulan bu şarkının, bunun dışında da bir bedeni olduğu çok net. Kafiye kaygısına düşmeden duygu ve düşünce krampları yaşatan melodisi, anın yaşandığının somut bir örneği gibi. Demir Demirkan’ın birçok başarılı şarkısı olmasına rağmen, bu şarkı bir Ernest Hemingway kitabı gibi, bu tarz bir filmde normalleştirilmiş intihar sürecini hatırlatır gibi ve uğruna kitaplar yazılası bir şarkı. Doğal hayatın içinde, ölümle burun buruna gelmekten korkmayan bir adamın, ölümden söz edince ‘gerçekten de ölümden’ söz ettiğini anlatan müzikteki ritim değişikliği ve o ince fedakarlığın resmedilişi… Ne bir eksik ne de bir fazlaydı, zannımca.
Filmde abartılı olan tesadüfler yok demiyorum. Ancak eğer bilim kurguya illa büyücüler ve vampirler bakış açınız yoksa, kader isimi verilmiş bedensiz üstün gücün yarattığı bir tesadüf zinciri ve tesadüflerden bağımsız bir aşkın birbiriyle kavgası ve alay etme mücadelesine kurban gitmiş kendi hayatlarında iki genci görebilmek mümkün.
“Bu kadar tesadüf olabilir mi?”
“Olamaz mı?
“Olabilir.”
Ve işte fragman:
Kaynakça: