Ölüm, makûs talihi yener mi?
Başlarına konmayan kuş, yaver de gitmemişti. Şeytanın bacağını alçıya almışlar. Yek-i Dü. Şaşırtmadı, yine üç yapraklı yonca. Bir yaprak daha olsaydı… Aha, böcek. Uğursuz. yedTi filden biri çıktı, kaç kaldı? Boncuğunu takmayı mı unutmuşlardı?
Bakırköy Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi’nden Kimsesizler Mezarlığı’na…
Haydi Rast Gele!
Paul Gaugin, Amedeo Modigliani, Paul Cezanne ve bilmediğimiz niceleri…
E, Vincent Van Gogh’u söylemeden olmaz.
Duyar gibiyim. Ünlü ressamlardan bahsedeceğimi düşünebilirsiniz. Bilmem ki sanat tarihinde değeri sonradan anlaşılan sanatçılar diye ayrı bir ders var mıdır? Bizim ülkemizde de sözgelimi dersin notları epey kabarık ve muallak olacaktır. Kulağını kesmemişti belki de ama onlardan biriydi Fikret Mualla.
Hayat hikayesi; Yeşilçam filmi tadında, Türk tipi bir mitolojik öyküye benzer. Tanrılar bu sefer bir ressamın başına çorap örecektir. Araba tekrar çarptığında da kör talihi düzelmeyecektir.
Yıl 1903, iki sevindirici haber; Beşiktaş kurulmuştu kurulmasına ama öte yandan Emine Nevber Hanım ve Ekrem Bey kız çocuk sahibi olmak istiyorlardı. Hatta adını da Mualla koymayı planlıyorlardı. Kromozomlar istedikleri gibi eşleşmeyince Ekrem Bey, Tevfik Fikret’e olan hayranlığından dolayı çocuğuna Fikret adını koyarken, Mualla ismini korumayı da unutmadılar.
Çocukluk yıllarında spor tutkusu sanat aşkından daha baskın gelir. Bu bir gelenek midir bilinmez, dayısıyla tuttuğu takım aynıdır. Dayısı, Fenerbahçe oyuncusu olmakla birlikte takımın amblemini de çizen kişidir. Ne demişler, oğlan dayıya çeker.
Kara baht, kem talih ağlarını örmeye başlar. Futbol oynarken geçirdiği sakatlık yüzünden bir bacağı diğerine göre daha kısa kalır. Artık futbol oynayamayacaktır. Birkaç yıl sonra İspanyol gribine yakalanır. Hastalık, annesine ve anneannesine de bulaşır. Fikret Mualla’yı hasta eden grip değildir, annesinin bu hastalıktan ölmesidir. Kendini sorumlu tutar ve suçluluk psikolojisinden kurtulamaz.
Yurtdışında eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye’de resim öğretmenliği yapmaya başlar. Öğrencisiyle, öğrencisinin patronuyla bir anısı vardır ki komiktir ama başına ‘traji’ eklemek kaydıyla. Kendi ağzından okuyalım.
Bir gece içkili bir gazinoya gittim. Yedim, içtim. Garson, hesap pusulasını getirdi. Elimi cüzdanıma attım ki hesabı ödeyecek param yok! Garson hemen patrona koştu. Patron geldi, aynı şeyi ona da söyledim. Adam, ters ters bakıp garsona döndü: – “Öyleyse soyun keratayı!” dedi. Yani ceketimi ve saatimi, her şeyimi rehin almak istedi. Ben sarhoş kafamla masanın üstüne fırladım. Kolumdan saatimi çıkartıp yüksek sesle bağırarak, patrona attım. Arkasından gömleğimi çıkartıp attım. Fanilamı da çıkartıp garsonlara doğru savurdum. Bütün halk beni seyrediyordu! Pantolonumu da çıkardım. Onu da patrona doğru fırlattım! Neredeyse iş külota kadar gelecekti. Tam o sırada patronun oğlu yaklaşıp: – Ne yapıyorsun baba? Bu, bizim resim hocası, demez mi! Patron, utancından beni masadan indirtti. Fırlattığım pantolon ve fanilamı geri verdi ve işi tatlıya bağladı! Fakat iş bununla kalmadı. Hadise, mektep idaresine aksetti. Bir taraftan da maarif vekâleti, olayı duymuştu. Esasen bana çok az maaş veriyorlardı. Asil hoca değil, vekil ve namzet hoca imişim! Aylığım kâfi gelmiyordu. Buna kızıp Maarif Vekâleti’ne bir istifa mektubu gönderdim. Çok kısaydı ve sonu şöyle bitiyordu: -“…yerime, bu maaşla çalışacak, başka bir enayi tayin buyurulmasını rica ederim.
Uzun süre geçmeden, çalıştığı başka okuldan da “elektriği olmayan bir şehirde resim hocasına da ihtiyaç yoktur” diyerek istifa eder. Hırçınlığı başına bela açacaktır. Trajedinin kitaplardan fırlamış hâlidir Mualla. Gittiği meyhanede Arthur Kampf’ın çizdiği Atatürk portrelerinden birini beğenmediği için hakaretler yağdırırken, Atatürk’e hakaret ettiği sanıldığı için karakola götürülür. Arkadaşları onun akıl hastası olduğunu söyleyip ancak bu şekilde onu karakoldan kurtarabileceklerdir.
“Dâhilikle delilik arasındadır sanat”, öyle derler. Arada olmayı kaldırır mı sanatçı! Deli damgası yemeyi yeğler. Meşhur Bakırköy Akıl Hastanesi, ‘meşhur’ Mualla’yı misafir edecek, oda arkadaşı ise sürpriz bir isim olacaktır: Neyzen Tevfik.
O yıllar aynı zamanda, çevresinden göremediği saygıyı soyadında edindiği yıllardır. Kanunla birlikte Fikret Mualla Saygı olacaktır adı. Daha sonraları yine yitirecektir Saygı’sını ve Fikret Mualla olarak bilinecektir.
İstanbul’da yaşadıklarından sonra şansını bir de sanat şehri Paris’te denemek ister Mualla. Bir kere söyleyince kör talih diye, “duvarda asılı silah varsa piyesin sonunda mutlaka patlar” misali tam da Paris’e gittiği yıllarda İkinci Dünya Savaşı patlak verir. İçki parasına sattığı eserleri elinde kalma başlayınca, ev kirasını da ödeyemez hâle gelir ve hâlihazırda polislere olan fobisine ek olarak kapıcı fobisi de geliştirir. Sefillerin Valjean’ı ve Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u, Paris’in Muallası ile yarışır durumdadır.
Hep başına kötülük gelecek değil. Bir gün de Picasso gelmiş. Rivayet odur ki Seine Nehri kıyısında resim yaparken Picasso çizimlerinden etkilenmiş ve hatta Mualla’ya bir resmini de hediye etmiştir. İstediği başarıyı bir türlü elde edemeyen Mualla maalesef, Picasso’nun tablosunu bir içki ve yemek fiyatına satmak durumunda kalmıştır.
Paris’te de akıl hastanesinin yolunu ezberlemiştir Mualla. Galerici Diana Vierny sayesinde hastaneden çıkar. Elif Şafak, kendine Shafak demeden önce, Vierny sayesinde “Moualla” olarak tanınmaya başlayacaktır Fikret Mualla. Ve ne yazık ki Vierny de başarılı Moualla sergisi sonunda elde ettiği muazzam gelirden Mualla’ya hakkını vermeyerek Fikret’in hayallerini suya düşürecektir.
Gittiği yerin atmosferini yansıtan resimler çizer Mualla. İstanbul’da iken camiyi, Paris’te iken cazcıları resmetmiştir. Kuralları hiçe sayan karakteri, resmine de yansımış ve dadaizme göz kırpmıştır. Aslında, bir akımın içine sokmak doğru olmayacaktır onu. Hele ki o çizdiklerini keskin hatlarla sınırlamazken…
Fikret Mualla – Cazcılar
Son yıllarında en büyük desteği Madame Angles’tır. Resimlerini satın alır ve hatta ona bir daire kiralar.
1967 yılında hayata veda eder Mualla, kimsesizler mezarlığına gömülür. Ancak 1974’te Türkiye’ye getirilir mezarı ve Karacaahmet Mezarlığına nakledilir.
Anlatılanlara göre, ölmeden önce resepsiyoniste “acaba kim olduğumu bana söyleyebilir misiniz” der. Aldığı cevap ise trajik hayatının özeti niteliğinde olacaktır. “Efendim bu saat için uygun bir soru değil bu!”
Belki de makûs talihti bir yaprak daha ekleyen, böceği siyah benekli kırmızı yapıp, mavi boncuğun içine halkalar yerleştiren.
Baştaki zar attı. Ölmek kaderdi, ölüme sebebiyet vermek de. Zaman muazZAM değil mi?
Uygun bir soru mu bu?
Not: Eserleri ve kendi hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenlere; http://www.moualla.com/FR/index_FR.php
Resimlerin kaynakları: http://sanatonline.net/guncel-sanat/fikret-muallayi-ne-kadar-taniyorsunuz
http://www.leblebitozu.com/fikretmuallanin-rengarenk-23-eseri-ve-hayati/