Hiyerarşiler… Aristokrasi… Soylu erkiler… Meritokrasi… Gücün ve güçlünün esir aldığı köleler… Sözde ‘Bütün insanlar eşittir’ teorisi… Kast Sistemleri… Bitip tükenmeyen sömürge arayışları… Kapitalizmin kucak açtığı örümcek yaşamlar… Mutlak Monarşiler… Otonomi… Yönetme açlığı… İktidar savaşları… Kazanma ve daha çok kazanma güdüsü… Zavallı egolarımız…
Bir hayat düşünün. Thomas More’nin Ütopyasını, Daniel Defoe’nin Robinson Cruose’sini ya da hiç olmadı Platon’un Devlet’ini hayal edin. Evet, şimdi size ütopyalardan bahsedeceğim. Ütopyaların bugün bildiğimiz anlamlarından ne denli uzakta olduklarını irdeleyeceğiz birlikte. Ben ütopya bir dünyada yaşamanın artık ne kadar ütopik olduğundan bahsedeceğim. Sizler de sanıyorum kelimelerimin takipçileri olacaksınız.
Yüzyıllardan beri, Aristoteles’ten Karl Marx’a, Alman filozof Freadrich Nietzsche’den Rus devrimcisi Nikolay Çernişevski’ye kadar gelmiş geçmiş birçok filozof ideal bir yaşamın ulaşılabilirliği bahsinde kafa yormuştur. İdeal bir dünya düzenine giden yolun hangi sokak lambası altında aydınlatılabilir olduğunu irdelemiş ve bu yolda her biri kendi felsefi disiplinlerini oluşturmuşlardır. Bugünün sorgulayan bireyleri olarak; her geçen saniye hayatın sahip olduğundan çok daha fazla soru işaretiyle karşımıza çıktığını belirtmek mümkün. Günümüzün modern hayat diye adlandırılan sorunsal formları, bizler için yaşamayı nefes almanın çok daha ötesine taşıyor.
Peki, nedir bu sürekli bahsi geçen meşhur hayalî düzenden kastımız? İdeal bir yaşam neden bu kadar önemli? Peki ya ‘ideal’ kelimesi bugünün literatüründe üstlendiği anlamın değerine ne kadar sadık? Bencil, acımasız, egoist ve açgözlü bireyler olarak her türlü hayvani güdülerimizi, menfaatlerimizi, bireysel ve toplumsal çıkarlarımızı bir kenara bırakıp; adil ve sevgi dolu bireyler olabilecek miyiz? Barışçı, özgürlükçü, eşitlikçi… Hiçbir otoritenin barınmadığı, âdil, sınıf farkının gözetilmediği, sonsuz refah ve sonsuz mutluluk dolu bir dünyaya kucak açabilecek miyiz?
Konuyu bir tık daha pekiştirmek adına dikkatlerinizi ütopik yaşam akımını küçük bir adada gerçeğe dönüştürmeye çalışan bir yönetmene çekmek istiyorum. The Beach filmini bizimle buluşturan ve ütopyalar konusunda en az benim kadar pesimist bir yönetmen; Danny Boyle. Film genel hatlarıyla karşıt görüşlere sahip iki grup insanın, ıssız bir adada karşılıklı bir antlaşma sonucu kurmak istedikleri ütopik yaşam düzenini gözler önüne sermektedir. Şaşırtıcı bir şekilde izleyici beklenen şekilde kurulmuş bir ideal düzenle karşılaşmamıştır. Fakat merkez temaya odaklandığımızda bir yandan heves edilmiş, emek verilmiş, tüm şartların sağlandığı bir komün yaşama tanık olurken, diğer bir yandan da insan içgüdülerinin, kabaca hayvani arzularının göz önünde bulunduğu bir yaşamdan bahsetmek mümkündür. Zaten olaylar dizisinin birbirini takip etmeye başlamasıyla toplumda bu arzuların ideal düzen üzerinde ne kadar baskın olduklarına, bir süre sonra insanların gerçek amaçlarından ne kadar uzaklaştıklarına tanık oluyoruz. İşte buradan itibaren kendi sorunsallarımız gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Her durumda menfaatlerimizden, hırslarımızdan, şehvani güdülerimizden ve otorite tutkumuzdan vazgeçemiyoruz.
Yazımın girişinde sorduğum bir dizi soru silsilesinin cevaplarını şu an daha net alabileceğimize inanıyorum. Bir gün gerçek anlamıyla oraya ulaştığımızda, insani güdülerimizi kaybetmeden yaşamayı başaramayacağız. Savaş ve açlık her daim bizimle olacaklar. Çocukların daha çabuk büyümek, insanların daha çok kazanmak isteyeceği bir toplum düzeni yaratılacak. Çiçeklerin kokusu bir süre sonra gri havanın paslı kokuları arasında çürüyüp gidecek. Bizler yaşarken gömdüğümüz insani yönlerimizle beyaz çarşaflarımızın arkasında gizlenirken birileri yarın yine umutla güneşin doğmasını bekleyecekler.