Yetenek şanstır. Bu hayattaki en önemli şey cesarettir.

Paris-Manhattan

Geçtiğimiz günlerde aldığım bir duyuma göre bazı yaraları kapatmakta kitapların üstüne yokmuş. Hatta bazı hastalıkların tek tedavisi güzel bir filmmiş. Bunları bana Paris Manhattan adlı film söyledi. Hiç beklemiyordum ondan böyle cümleler ama söyleyiverdi işte.

Paris’e ve Woody Allen’a olan ilgimden dolayı bu filmi görür görmez izlemeye başlamıştım. Paris’te yaşayan, Woody Allen hayranı ve eczacı bir kızın hayatından kesitler sunan bu filmde hiç de aramadığım bir şey buldum. Fakat bundan bahsetmeden önce size bu filmin bir portresini çizmek istiyorum.

Paris-Manhattan karşımıza her yerde çıkan hiyerarşiye karşı, bir bakıma asi ve ailesine de özgürlüğüne olduğu kadar düşkün bir genç kızın hikayesini anlatıyor. Baş karakterimiz Alice okuyor, geziyor, eğleniyor ve en önemlisi düşünüyor. Odasındaki Woody Allen posteriyle her akşam dertleşiyor ve sorguluyor hayatını. Etrafındaki gözü kapalı bir çok insanın aksine gözlerini kırpmadan hayatı çekiyor içine. Onu evlenmesi için sürekli birileriyle tanıştıran ablası, omuzlarına eczanesinin yükünü bırakan bir babası ve aşırı evhamlı annesine rağmen hayatını istediği yönde ilerleten birisi Alice. Çoğumuzun durmadan şikayet ettiği bu baskılardan veya hep başladığı yere geri dönen özel hayatından yakınmak yerine bir Woody Allen filmi gibi yaşıyor hayatını. Hayatının arka planına bir caz şarkısı yerleştirmiş ve kendi hikayesinde elinden geldiğince güzelleştiriyor zamanını. Ya da en azından benim gördüğüm veya görmek istediğim bu.

Filmin olay zincirinden hiç bahsetmeden ve söylemek istediği asıl cümleye hiç değinmeden başka bir yönünden söz edeceğim. Çünkü benim bu film ile bağ kurmamı sağlayan şey Alice’in insanları iyileştirme yöntemi.

Woody Allen: Her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu görebiliyor musun? Bir gün öleceğim, bir gün öleceksin.

Alice: Ne demek istiyorsun? Ben ölümsüzüm!

Alice babasından kalan eczanenin başına geçtiği ilk günlerde ondan reçetesindeki ilaçları almaya gelen birisine üç kutu hap yerine üç adet DVD verir. Bunu sadece ilk gün değil elinden geldiğince bütün müşterilerine uygulamaya başlar. Hatta eczanesine gelen hırsıza bile kendini toparlaması için iki film verir ve onun aslında ne kadar mutsuz bir çocukluk geçirmiş olabileceğini düşünür.

Victor: Hayallerin çok sıradan. Oysa gerçeğin önerdiği çok şey var.

Bu belki de çok abartılı bir örnek olabilir ama sanırım bu fikir benim çok hoşuma gitti. Aslında hepimiz kendimizi hayal dünyalarımızla iyileştirmiyor muyuz? Hanginiz canı sıkıldığında yeni bir film izlemiyor ufak da olsa uzaklaşmak için? Hanginiz bir kitap açıp oradaki karakterin hayatındaki sorunlarla uğraştıktan sonra kendi hayatındakilerin çok da zor olmadığını anlamıyor? Ya da hanginiz kendi hayal dünyasında kaybolarak başa çıkmıyor gerçeklerle?

İşte tam da bu yüzden bu film aslında hiç unutmadığım bir şeyi bana hatırlattı. Aslında hep bildiğim bir şeyi bana tekrar öğretti. Sanat bizim bu hayattaki antidepresanımız. Hayal dünyalarımız da bu antidepresanın bize açtığı büyülü kapı. Siz de Victor gibi “Benim işim gerçeklerle!” diye bu fikri reddedenlerdenseniz, belki de hayallere ve sanata ufak bir şans vermenizin zamanı çoktan gelmiştir. Gerçekçi olduğunu her fırsatta dile getiren Victor’un da başına geldiği gibi, bir Woody Allen filminde bir adam ile bir koyunun yatağa girmesi bile sizi etkileyebilir belki bir gün.

Elinden gelenin en iyisi bu mu?

Alice hep sordu bu soruyu Victor’a. Gerçekler mi elimizden gelenin en iyisi? Hayal gücümüz bize çok daha fazlasını sunarken neden onları görmezden gelelim? Gerçekler arasında sıkışıp kaldığınızda sorun bu soruyu kendinize. Hayatınızın Victor’u olduğunuzda bir yerlerden içinizdeki Alice çıkıversin ve kendinize şu sözcükleri söyleyin: Elimden gelenin en iyisi bu mu?

 

Leave a Reply