Bir hikâyeyi güzel yapan şey, dil ve üslup olduğu kadar konunun işlenişi ve gerçekçiliğidir benim için. Kitabın kapağını açtığımda, bildiğim veya şahit olduğum şeyleri okumak, bir zamanlar geçtiğim sokakları, caddeleri yeniden keşfetmek isterim. Üst bir ağızdan yazılmış, beni veya çevremi yansıtmayan yazıları okumaktansa, buram buram doğallık ve gerçeklik kokan hikâyeleri, romanları okumak bana daha büyük bir keyif verir her zaman. Okuduğum kitabın kahramanını, bir zamanlar içinde bulunduğum halde görmek, benim tökezlediğim yerlerde onun da ayağının kaydığını okumak, beni mutlu eden haberlere onun da sevindiğini bilmek, hayatta önemsediğim şeylerin onun tarafından da önemsendiğini duyumsamak, beni o kitaba daha da bağlar. Zaten, her okur kendini okur, dememişler mi?
Hayatta her zaman bir şeyler kaybedip kazanıyoruz. Kimimiz bir dost kazanıyor, kimimiz parasını kaybediyor; kimimiz birini çok seviyor, kimimiz en yakınını toprağa veriyor… İçinde bulunduğumuz dünya, kaybettiklerimizi kazandıklarımızla dengelemeye çalıştığımız ve bu uğurda ömrümüzü geçirdiğimiz bir yer. Hayatın trajedisi içinde kimi zaman bir çukura düşüp, yeni bir umutla yeniden doğruluyoruz ya da bir bataklıktan diğerine kurtulma umuduyla kulaç atıyoruz. Bağımlılıklarımızın peşine düşüp, hayatı en dibinde yaşıyoruz kimi zaman da. Güneşli günler görme ümidiyle başımızı yukarı kaldırdığımız an bir tokmak yiyoruz kafamıza. Hayatın sillesini hissediyoruz tenimizin her ücra köşesinde. Demem o ki, her zaman güzel şeyler olmuyor bu hayatta: Sevdiklerimizde beraber mutlu bir pazar günü geçiremiyoruz mesela ya da martı çığlıkları eşliğinde, dertlerden, kederlerden çok uzaklara doğru yüzemiyoruz. Cebimizde her istediğimizi almaya yetecek, bizi ömür boyu idame ettirecek para olmuyor mesela, âşık olduğumuz insanlar biz ne zaman istersek yanı başımızda durmuyor. Yaşadığımız şehrin en göz alıcı semtinde, hayatın pisliklerinden, kokuşmuşluklarından uzak bir hayat süremiyoruz her istediğimizde. Pahalı bir şarap eşliğinde, dostlarla beraber güzel anılarımızı yâd edemiyoruz. Ve hayatın sarsıcı gerçekçiliğini içinde barındıran, bildiğimiz, aşina olduğumuz hayatlara ayna tutan ve onları bire bir yansıtan yapıtlarla, hikâyelerle, romanlarla pek sık karşılaşamıyoruz.
Hani, aslında hepimizin mutlaka yaptığı ama toplumca ayıp karşılanan şeyler vardır, ya da Kaf Dağı’nın ardında olduğu kabul edilen bazı şeyler aslında yanı başımızdadır. Mesela, her insan hayatında mutlaka küfür etmiştir, ediyordur. Argo sözler kullanmıştır, kavga etmiştir ya da kavga seçeneğini mutlaka aklından geçirmiştir. Filmlerde gördüğümüz, bazı kitaplarda okuduğumuz hayatlardan değil, şuan bizzat yaşadığımız gerçeklikten bahsediyorum; toplumca göz ardı edilen, yokmuş gibi davranılan ama içimizde bir yerlerde gizlenip zamanı geldiğinde yerinden bir ok gibi fırlayıveren gerçeklikten… İşte bu gerçekliği iliklerime kadar hissettiğim, okurken kendi yaşamımda olduğumdan daha mutlu olduğum kitaplara sıkı sıkı sarılıyorum ben. İnsan, kimin ne dediğine bakmadan, istediği şeyi okuyabilmeli ve insan, kimin ne dediğine kulak asmadan, başkalarına zarar vermeden istediği şeyleri yapabilmeli, değil mi?
Müptezeller, Emrah Serbes’in kaleminden çıkmış, tam da az önce bahsettiğim şekilde, sarsıcı bir gerçeklik ve samimiyet içeren bir roman. Sayfaları çevirdikçe dinamiği ve aksiyonu daha da artan, son satırına kadar okuru meraktan ve heyecandan şaşırtma becerisine sahip bir hikâye, bir roman. Bilhassa Ankara sokaklarında geçen bölümlerinde, bildiğin, karış karış gezdiğin sokakları, semtleri yeniden keşfetme duygusu, lafını esirgemeden içinden geçenleri büyük bir samimiyetle anlatan karakteri sanki çok iyi tanıyormuşsun hissi, bir hikâyeyi ‘okunur’ kılan en önemli şeyler. Ve Serbes, her yapıtında olduğu gibi, Müptezeller’de de bunu çok iyi beceriyor.
Efsane roman dizisi Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat’dan oluşturulan Behzat Ç’nin yaratıcısı Emrah Serbes, Müptezeller’de yaratıcı ve etkileyici romancılığını bir kez daha konuşturuyor. Hâlâ okumadıysanız, Müptezeller’i okunacak kitaplar listenize eklemenizi ısrarla tavsiye ederim. Eminim siz de Antalya sokaklarında, Çinçin’in yıkık dökük evleri arasında yaşanan maceraların gerçekliğini iliklerinize kadar hissedeceksiniz!