Michel Gondry’nin yaptığı işleri anlatabilmek, daha önce izlemeyene hayal ettirebilmek oldukça güç bir şey. İlginç filmleriyle kendine has bir tarz oluşturan en ünlü yönetmenlerden birisi olan Spike Jonze bile Gondry için “O ne yaparsa diğerlerinden farklı yapar.” demiştir. Bu yüzden herhangi bir Gondry filmini açtığınızda, filmin açıklama kısmını okurken aklınızda canlanan dünyadan çok daha farklı bir eserle karşılaşmanız oldukça doğaldır. Beklentinin dışına oldukça kolay çıkabilen, limitlerini olabildiğince sınırsıza yakın tutmaya çalışan bir yönetmen Gondry. Bu nedenledir ki ben, kendisinin 2000’lerin başlarında, çok daha düşük bütçelerle yaptığı bağımsız filmleri daha çok severim. Ancak çoğu yaratıcı ve yetenekli yönetmen gibi başarılı olan ilk işleriyle beraber, daha yüksek bütçeli filmler yapma şansına sahip olmuş ama bunun karşılığında da fikirlerinin sınırlarını kısıtlamak zorunda kalmıştır. Kendisi de bu durumun farkında olduğu için şöyle söylemiş: “Bazen daha az bütçe daha çok özgürlük demekmiş.”
Kendisinin bir alter egosu gibi olan Charlie Kaufman ile beraber oldukça ilginç dünyalar ortaya çıkarmışlar. “Human Nature”, beraber yaptıkları ilk iş olsa da asıl ünlerini, isminin ilginçliğiyle de çok ünlü olan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” ile kazanmışlar. Bu filmlerin senaryolarının ve kurgularının ne kadar yaratıcı olduğuna dair zaten bir kuşku yok. Ancak benim asıl ilgimi çeken kısım Gondry’nin ilk filmlerinin oldukça farklı set dekorları. Bir Wes Anderson ya da Stanley Kubrick filmindeki obsesif derecede görünen düzenden fazlasıyla uzak bir görüntü hakim Gondry’nin filmlerinde. Genel olarak oldukça sade yerleştirilen ve göz yormamaya çalışan dekorlar tercih etmek yerine, tıka basa dolu, oldukça dağınık ve birbirinden alakasız bir sürü eşyanın bulunduğu bir görüntüyü tercih etmesi benim gözümde onu diğer yönetmenlerden ayıran en temel özellik.
Bu durumu daha da baskın görebileceğimiz eserlerden birisi de Gondry’nin üçüncü filmi olan “The Science of Sleep” olabilir. Odalar karmakarışık, renkler birbirinden oldukça alakasız ve tüm eşyalar oldukça eskitilmiş ve biraz da kirli gibi duruyor. Peki ya neden böyle bir set tercih ediliyor? Bence bu durum Gondry’nin filmlerindeki baş karakterlerin dramatize etmeden, biraz daha trajikomik bir şekilde sürekli dertli olmalarını çok güzel anlatıyor. Sahneyi durdursanız bile sadece görüntüden bunu hissedebiliyorsunuz. Karakterler dertleriyle savaştıkça dekor önce onların üzerine, sonra sizin üzerinize doğru geliyormuş gibi duruyor. Her şey kurgudan çıkıp gerçeğe dönüşüyor.
Bu dekorlar her ne kadar karakterleri yansıtmaya çalışsa da bana bir nebze de Gondry kendi kafasını projektörle ekrana yansıtıyormuş gibi geliyor. Sanki onun aklının doluluğu, fikirlerinin karmaşıklığı sahnede kanlı canlı olarak karşımızda duruyor. Ne kadar gelenekselin dışında işler yapsa da bunları çekinmeden sinemaya yansıtmasını hissettiriyor bana. Bazen tam olarak kafanızda oturtamasanız da daha fazlasını görmek istiyorsunuz. Bu yüzden Gondry de şu şekilde söylüyor: “Her mükemmel fikir aptalca olmanın sınırındadır.”
Görsel Kaynaklar:
https://www.nziff.co.nz/2006/archive/the-science-of-sleep
http://www.listal.com/viewimage/1985045