Beyaz Perdenin Ezber Bozan Kadın Karakterleri

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nünü geride bıraktık ama kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirmeyi ve bütün alanlarda cinsiyet gözetmeksizin eşit fırsatlara tabi tutulmayı her gün istiyoruz. Fakat günümüzde çoğu alanın olduğu gibi film endüstrisinin de de erkek egemenliği altında olduğunu söylemek ne yazık ki yanlış değil. Çoğu zaman ekranlarda gördüğümüz kadın rolleri erkeklere göre daha sığ, karakter derinliği ya da güçlü motivasyonları olmayan karakterler olarak yansıtılıyor. Bu da izlediğimiz karakterlerle empati kurmayı, bakış açılarını anlamayı ya da örnek alınmalarını zorlaştırıyor. Buna rağmen sinemada, akıllarından geçeni yapan, kişiliklerini attıkları her adımda yansıtan, güçlü yanlarını da hassas taraflarını da içselleştirmekten korkmayan, yeri geldiğinde herkesten daha komik ya da cesur olan harika karakterlerimiz var. Onlarcası arasından 6 filmi ve barındıkları ilham verici karakterleri sizler için seçtim.

Üç Renk: Mavi

Üç Renk Üçlemesi’nin ilk filmi olan Mavi, kocasını ve kızını bir trafik kazasında kaybeden Julie’nin hayatını yeni baştan düzene koyma hikayesini anlatıyor bizlere. Tabi ki bu süreçte, kendini seçmediği bir yalnızlık içinde bulan Julie, yaşadığı acıyla yüzleşmek için ise bilinçli bir tek başınalığa iter kendini. Aldığı kararlarda gösterdiği kararlılık ve cesaret zırhının altında gizlediği savunmasız, incinmiş ve parçalanmış tarafında ise yaşadığı gitgelleri gerçek bir empatiyle içimizde yaşatıyor bizlere. Bağırıp çağırarak, ağlayarak tutmadığı yasının acısını elini duvara sürterek çıkarttığında ya da kendini sürekli havuza atıp gözyaşını klorlu suyla karıştırdığında Julie, izleyenlerin de ekran başında boğazını düğümlüyor. Buna rağmen film hüzünlü ve depresif bir atmosfer çizmekten ziyade umut, sevgi ve hayatın her yönüyle başa çıkma gücü aşılıyor izleyiciye, çünkü Julie yaşadığı trajediye rağmen kişiliğinden ödün vermeden aldığı her içten kararla ruhunu iyileştirmeyi başarıyor.

Roma

2018’in en iyi filmleri denince muhtemelen adının geçmediği bir liste ya da ödül töreni duyamayacağınız Roma, 1970’ler Meksika’sında yaşayan bir aileyi konu ediniyor ve dönemin sosyal, ekonomik ve siyasi arka planında birbirinden çok farklı görünen ama hayalleri ve hayal kırıklıkları beklenmedik noktalarda kesişen iki kadın karakterin hikayesini anlatıyor. Bir tarafta çocuklarıyla güzel bir evde hareketli bir yaşam süren Sofia ve diğer tarafta ev işleri ve çocuk bakımında ona yardım eden Cleo, apayrı hayatları ve bakış açıları olmasına rağmen eşinin Sofia’yı başka bir kadın için terk etmesi ve Cleo’nun da hamile kaldığını öğrenince erkek arkadaşının kaçıp gitmesiyle birbirlerinin beklenmeyen destekleri oluyorlar. Film, kadın erkek ilişkilerindeki birçok farklı dinamiğin özellikle kadın karakterler üzerinden nabzını tutuyor ve izleyicilerine enfes bir drama sunuyor.

Run Lola Run

1998 yapımı Run Lola Run filminde tek bir odak noktamız var; o da ana karakterimiz Lola ve kırmızı saçları. Sevgilisinden 20 dakika içinde 100 bin Mark bulması gerektiği yoksa öldürüleceğine dair bir telefon alan Lola’nın, elinde kalan bu 20 dakikayı kader ağlarını örmeden en iyi şekilde kullanması gerekir. Üzerinde düşünerek hareket edebileceği bir zamana sahip ola-mayan karakterimizin kararları en ani şekilde doğru sırada vermekten başka şansı yoktur. Nefes nefese koşarak kat ettiği Berlin sokaklarını Lola ile birlikte nefessiz izlemek ise seyirciye bambaşka bir seyir zevki sunuyor.

Fish Tank

2009 yılı İngiliz yapımı Fish Tank filmi, 15 yaşındaki Mia’nın kendine ve yaşadığı hayata bir anlam yükleme arayışını konu ediniyor. İngiltere’nin karanlık ve boğucu havası ve yaşadığı toplu konutlardan oluşan mahallenin ve insanlarının verdiği sıkışmışlık hissiyle hayatıyla asi ve vurdumduymaz bir karakter çizen ama tam tersi içinden çıkamadığı bu akvaryumdan kaçabilmek için debelenen Mia, çıkışını iyi bir dansçı olmakta arar ve olaylar gelişir. Gelecek kaygısı, kendini keşfetme ve yaratma çabası, umursamazlığının altında sakladığı duygusallığı ve fark edilme isteği ile Mia, ergenliğin getirdiği birçok duygusal karmaşayı başarılı bir şekilde yansıtıyor.

Kuzuların Sessizliği

Tüm zamanların en popüler gerilim filmlerinden Kuzuların Sessizliği’nde Antony Hopkins’in Doktor Hannibal Lecter performansı akıllardan çıkmasa da, filmin parlayan bir diğer karakteri ise kesinlikle Jodie Foster tarafından canlandırılan Clarice Starling rolü. Filmin 1992 Oscar Ödüllleri’nde En İyi Film, En İyi Kadın ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleri dahil 5 Oscar aldığını da belirtmek gerek. Art arda işlenen benzer cinayetlerin çözülmesi için bir başka hükümlü olan Doktor Lecter’la iletişime geçmesi gereken Clarice, mezuniyetinin hemen ardından atıldığı bu karmaşık görevde bir yandan erkek egemen bir iş alanında kadın olmanın getirdiği zorlukları gözler önüne seriyor ve ciddiye alınmak için çok fazla emek sarf ediyor. Diğer yandan Doktor Lecter’la yaptığı görüşmeler sırasında korku ve cesaret, heyecan ve soğukkanlılık gibi ikilikleri tek bir bünyede eriterek unutulmayacak cinsten bir performans ortaya koyuyor.

Fargo

1997 yılında Frances McDormand’e En İyi Kadın Oyuncu Oscarı getiren Fargo, alışık olmadığımız bir hikeyeyi ekranlarda görmeye alışık olmadığımız karakterlerle birleştiriyor. Soğukkanlı cinayetler işlenirken olayları gündelik rutinin bir parçası olarak gören Marge, 7 aylık hamile olmasına rağmen hiçbir polis arkadaşından geri kalmıyor ve hatta pırıltılı zekası, korkusuz karakteri ve insanları okuyabilmesindeki başarısıyla adeta bir yıldız gibi parlıyor. Kan dondurucu cinayetlerin çözümü peşinde koşarken ise iştahından hiçbir şey eksilmiyor. Özgüveni, doğal komikliği, aksanı, hamile yürüyüşü ve sürekli yiyip içmesiyle Marge, izlemesi her zaman keyifli bir karakter çiziyor.

Son olarak Frances McDormand’in En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını aldığı konuşmasıyla yazımı sonlandırmak istiyorum.

İlham veren kadın karakterleri gerçek hayatta olduğu gibi ekranlarda da daha çok görmeyi hak ediyoruz!