Merhaba GazeteBilkent okurları ! 

Bildiğiniz üzere, GazeteBilkent yazarı olmayanların “misafir yazar” olarak içeriklerini bizlerle paylaşması mümkün. 1 Eser 3 Üniversitesi yazı dizimiz de tam olarak bu konseptten yola çıkarak oluştu. Bu noktada, farklı üniversitelerde okuyan öğrencilerin ortak çalışmalarının ürünleri nasıl olur sorusu bizlere ilham verdi. Böylece kültür ve sanat konularıyla ilgili olan her okurumuz için onların da yazabilecekleri yeni bir içerik hazırlamaya karar verdik.

Süreçten bahsetmem gerekirse, öncelikle yeni yazı serimizde 3 farklı üniversitede okuyan öğrenciler tanışıyorlar. İlgi alanlarından, zevklerinden, sanata dair düşüncelerinden bahsediyorlar. Devamında, öğrenciler ortak beğenilerinden yola çıkarak birlikte yazacakları kültür sanat içeriğine karar veriyor. Sonrasında karar verdikleri içerik onlarda nasıl karşılık buluyorsa bireysel olarak yazıyorlar. Dilerlese, akademik bir üslup dilerlerse lirik bir dil. Hem biz GazeteBilkent ailesine hem de siz değerli okuyucularımıza yeni bakış açıları sunabilmeleri tek kriterimiz. Yani bizim için önemli olan, kendilerini ifade etmeleri. 

Yazı serimizin beşinci grubunda Başkent Üniversitesi’nden Cansu Büyük,  Koç Üniversitesi’nden Can Aygün, Boğaziçi Üniversitesi’nden Ayberk Ege yer alıyor. Şehir ve Sanat hakkında yazdılar. İlgileri için ve ortaya çıkardıkları bu eşsiz yazı için onlara teşekkür ederim.

Cansu Büyük, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve  Uluslararası İlişkiler

ANKARA

“Gri şehir”,”Memur Kenti”,”Yapay Kent”

pastedGraphic.png

Çoğu insan tarafından böyle anılır.Değişik bir şehirdir Ankara. Seveni de çok sevmeyeni de…Burada yaşamayan insanlar genelde sevmez Ankara’yı, sıkıcı bulur. Peki doğma büyüme Ankaralı olanlara sorsak,onlar ne söylemek isterdi bu şehir için?

Kendimi bildim bileli farklı bir şehirde yaşamak isteyen, bulunduğu ortamdan uzaklaşıp tek başına ayaklarının üstünde durmak isteyen, üniversiteyi Eskişehir, İzmir, İstanbul’da okuma hayalleri kurmuş,doğma büyüme Ankaralı 20 yaşındaki bir genç kız olarak söylüyorum: aşığıyım!

Şimdi haklı olarak bu kadar sevmeme rağmen niye bu şehirden uzaklaşmak istediğimi soracaksınız.Çünkü gitme ihtimalim olana kadar ben de bu kadar sevdiğimi hatta “başka bir yerde yapamam” diyeceğimi bilmiyordum. Tıpkı ilişkisi olan bir çiftin, sadece alışkanlıktan beraber olduklarını düşünürken, ayrılma ihtimalleri olduğunda birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini anladıkları gibi…

Ankara’yı tanıtırken bence en önemli bahsedeceğimiz yer, Kızılay. Nereye gitmek isterseniz isteyin yolunuz mutlaka buraya düşer. Çünkü Ankara için ulaşımın merkezidir burası.Sadece ulaşım değil ihtiyacınız olan her şey burada mevcuttur.Alışveriş merkezi, butik mağazalar, iş yerleri, okullar, kitapçılar, oturma yerleri, eğlence mekanları ve aklınıza gelebilecek daha bir sürü şey…

pastedGraphic_1.png

Ankara demişken,Kızılay demişken benim için çok önemli olan bir yerden bahsetmek istiyorum sizlere: Ankara Sanat Tiyatrosu.

Ankara, sanat ve kültür merkezleri açısından oldukça zengindir. Özellikle Çankaya’da tiyatroya gitmek bir rutindir. Ankara Devlet Tiyatrosu’na ait Akün, Şinasi, Cüneyt Gökçer sahneleri bu açıdan büyük önem taşır. Bunun yanında pek çok özel tiyatrolar da mevcuttur. Ancak AST( Ankara Sanat Tiyatrosu) benim için apayrı bir önem taşır.

Bundan 4 yıl önce Ankara Sanat Tiyatrosu’nda 2 yıl eğitim aldım ve 2 tiyatro oyununda rol aldım.Tüm samimiyetimle söylüyorum ki asla unutamayacağım 2 yıldı. Salonun o kapıları kapandığında kendi dünyamdan ve kendi benliğimden tamamen uzaklaşmış olmak, onca anı ve dost biriktirmek benim için paha biçilemezdi. Sanatı görüyoruz,izliyoruz fakat sanatı yaşamak, sanatı Ankara’da yaşamak benim için çok değerliydi.

Yönetici kadrosunda Mahir ipek, Hakan Güven, Vedat Çuhadar gibi isimlerin olduğu, oyuncu kadrosunda Nalan Güreş Demirel, Velican Demirel, Erdem Ulusal, Mahir İpek, Bülent Yıldıran, Yıldırım Şimşek, Ögün Aydın, Özgürcan Çevik ve daha birçok değerli ismin yer aldığı,bünyesinde Nalan Güreş Demirel’den ve Erdem Ulusal’dan eğitim alma şansı bulduğum,birçok başarılı oyuna imza atmış bir kurumdur.Bir dönem oranın bir parçası olabildiğim için gerçekten çok mutluyum.Bir gün yolunuz düşerse oranın atmosferini tatmanızı ve birkaç saatliğine gündelik hayattan kopup bu güzelliği yaşamanızı kesinlikle tavsiye ederim.

 pastedGraphic_2.pngpastedGraphic_3.png                    pastedGraphic_4.png                 

                         

Tabiki bununla sınırlı değil Ankara.Bu şehire her laf eden insana karşı bir Ankaralının yapacağı ilk savunma Anıtkabirdir.Atamızın ebedi istirahatgahının burada olmasının haklı gururunu yaşıyoruz elbette.

pastedGraphic_5.png

Ankara’nın simgesi haline gelen Atakule…

pastedGraphic_6.png

Her şeyiyle bambaşkadır:

Eymir Gölü’nde ördeklerle vakit geçirmek.

Gölbaşı’nda mis gibi mangal yapmak.

Tunalı’da sokak müzisyenleri eşliğinde gezinmek.

Yaz akşamlarında Bahçeli 7.Cadde’de dondurma yiyerek yürümek.

Karnın acıktığında o meşhur Esat Aspavaları ziyaret edip bitmek bilmeyen meze,patates kızartması,tatlı ve çay ikramları eşliğinde kebap yemek.

Şehirden uzaklaşmak istediğinde Çayyolu’na kaçmak.

Doğayla iç içe olup biraz huzur aradığında Kızılcahamam’daki o enfes termal otelleri ziyaret etmek.

Gecenin bir saati aklına estiğinde Atatürk Orman Çiftliği’ne kaçıp kokoreç, midye veya balık ekmek ziyafeti yapmak.

Bahar ve yaz aylarında Seğmenler’de yayılıp arkadaşlarınla beraber hoş vakit geçirmek ve daha bir sürü şey…

 

Anlatmakla bitmez, yaşanmadan tarif edilemez.

pastedGraphic_7.png

 

pastedGraphic_8.png

Bu görselleri bilerek sona sakladım. Çünkü Aşti bir Ankaralı’nın en duygusal yanıdır. Uğurladıkları, uğurlayamadıkları, gitmek isteyip gidemedikleri, dönmek isteyip dönemedikleri…Hepsi bu fotoğraflarda saklıdır aslında. Eğer farklı bir şehirde yaşıyorsanız ve bir gün yolunuz buraya düşerse bu “gri kent” dedikleri kente bir de bizim gözümüzden bakmanızı isterim.

Can AYGÜN, Koç Üniversitesi, Tarih-Sosyoloji

ŞEHİR VE SANAT PERSPEKTİFİNDE MERSİN

60 milyon yıl önce Aladağ ve Balkan dağlarının ayrılması ile ortaya çıkan Kholakka–Kilikya yani ‘Geçit Ülkesi’ anlamına gelen bugünkü bereketli toprakları, güzel iklimi ve deniziyle anılan Çukurova bölgesi oluştu. Çukurova’nın tüm bereketlerini içinde bulunduran Mersin ili birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır ve bu medeniyetlerin hepsinden izler taşıyan bir şehirdir. Ancak birçok medeniyetin geçit noktası olan Mersin, bu özelliğinin dezavantajlarını da yaşamıştır. Birçok savaşa, baskıya ve salgın hastalığa şahit olan Mersin, tarihin belli noktalarında büyük göçler vermiş, hatta stratejik ve ticari öneminin gittikçe azaldığı dönemler olmuştur. Bu anlamda talihsiz bir şehir olan Mersin’in sanat açısından da acı gerçekleri bulunmaktadır.

Mersin, Akdeniz’in doğusunda ve batısıyla en uzun kentlerimizden bir tanesidir. Bu sebeple tarih boyunca bugünkü idari sınırlarıyla hiçbir devletin tümüyle idari anlamda egemenlik kurduğunu söyleyemeyiz. Bu özelliğiyle Mersin’in sanatsal renkleri de bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Günümüzde tarih açısından tam anlamıyla vakıf olamadığımız şehirlerden biri olan Mersin’in, tarihsel bakış açısıyla birlikte şehir ve yönetim anlayışları altında sanat dinamiğinin de nasıl şekiller aldığını açıkça görebileceğimizi düşünüyorum.

MÖ 12000 yılında Toros insanları alet yapmakta ve çevrecilikte oldukça gelişmişti. Bu dönemde Luviya ve Hurriye topluluklarına ev sahipliği yapan Mersin, içinde barındırdığı verimli ovalarla tarımsal faaliyetlerinin başlamasına olanak vermiştir. Bu gelişmelerin yanında MÖ 5500 yıllarında Yumruktepe’de doğal bakır damarları, balçık çamuruyla fırınlarda eritildi ve taşlarla dövüldü. Böylece Yumruktepe dünyanın ilk küçük sanayi kenti oldu. Ayrıca bu dönemde deniz ticaretini ve korsanlığı öğrenen toplumlar pazarlar kurdular. Zenginlikleriyle cazibe merkezi olan bu coğrafyada Luvi, Sami ve Hurriye dillerini konuşan toplumlar kültürel çeşitliliğe katkıda bulunmuştur.

MÖ 1850’lere gelindiğinde madenciliğin ve ticaretin gelişmesi, çevre ülke ve kabilelerin saldırıları nedeniyle örgütlenen topluluklar Küçük Arzava, Hapalla, Mira-Kuwaliya, Seha Nehri Ülkesi, Wilusa (İlyada) adlı beş ülke, gevşek federasyon biçiminde ‘Arzava Birliği’ni oluşturdular. Ancak bu birleşim Mersin coğrafyasına barış getirmedi. Hatta güzellikleri ve bereketleriyle büyük bir potansiyel olan Mersin’in savaşlarla geçecek yüzyıllarının başlangıcıdır. Arzava Birliği’nin en büyük rakibi olan Hitit İmparatorluğu birçok kez bu birliğin ülkelerine saldırmış ve talan politikası gütmüştür. Zaman zaman da bu birliğin kent devletleri birbirleriyle savaşmıştır. Yıllarca zulümlerden ve savaşlardan bıkan halk korsanlığa başlamıştır. Kilikya korsanlarının bu faaliyetleri sayesinde Doğu Akdeniz’de dev bir güç haline geldiler. Hatta yöneticilerden de destek alarak Roma’nın topraklarına, sömürgelerine ve gemilerine saldırmaya başladılar. Mersin yine büyük bir savaş ve talanın eşiğine gelmiştir. Korsanların bu faaliyetleri üzerine Roma’dan geniş yetkiler alan Pompeius, Kilikya kıyısındaki korsanlara ve halka saldırdı. On binden fazla insan öldü ve Sabi kenti yıkıldı, yerine Pompeius, Pompeipolis kenti olarak bilinen liman kentini kurdu. Özellikle Kleopatra’nın MÖ 41 ile MÖ 37 arasında Tarsus’a gelmesinden sonra Kilikya kentleri Roma tarzında imar edildi. Arzava kent devletlerinin bıraktığı eserler talan edildi. İdari anlamda her dönem tökezlemeler yaşayan Mersin cazibesini kaybetmedi ve kültürel faaliyetlerin bu dönemde beşiği oldu. Ancak bunu korumasındaki en önemli faaliyet ticaretti diyebiliriz. Srabon Geographika adlı eserinde Kilikya’yı anlattığı yazısında şöyle der: ‘Oraya git gemini boşalt, her şey satılır.’

 

Roma Dönemi’nde Mersin’de özellikle iki bölgenin önemli ölçüde geliştiği görülür: Toros ve Silifke. Her iki bölge akademilerin merkezi olur. Tarsus bölge yönetimi açısından önemli hale gelir. Lakin Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Bizans İmparatorluğu her iki imparatorluk İsaurialılar ile savaştı ve bölge yine savaş meydanı haline geldi. Ayrıca İsaurialıların devlet gibi davranması Roma-Bizans kültürlerini reddetmesiyle birlikte Roma tarzı imar edilmiş, kentlerde de tahribat söz konusu olmuştur. Bu konuda spesifik örnekler verecek olursak Roma döneminde imarlarına imtina edilen Anamur ve Aydıncık (382-395) içlerinde birçok tiyatro, odeon, hamam ve renkli fresklerle süslü evlerin talan edildiği bilgilerine ulaşılır. Ayrıca Balbirus Başkaldırısı (389-397), veba ve kuraklıkla (441) birlikte bölge nüfusunda azalmalar görülmüştür.

6.yüzyılın sonlarına doğru Kilikya’da Bizans hakimiyetinin daha da zayıflamasıyla birlikte Fars ve Arap akımları başladı. 541 yılındaki depremde Sabi başta olmak üzere birçok Kilikya yerleşimi yıkıldı. Ardından yıllarca sürecek olan kıtlık baş gösterdi. Kilikya, Tarsus Kydros ırmağının taşması ve tüm bölgeye yayılan vebadan da büyük zarar gördü. 

 

Arap akınlarıyla başa çıkamayan Bizanslılar; Mezitli ve Limonlu Irmağı arasında kalan bölgede Avasım (tampon bölge) oluşturdu. Muaviye’nin Suriye donanması komutanı Abdullah Bin Gayz, Kıbrıs’ı aldıktan sonra Silifke civarında karaya çıktı. Silifke’ye girerek ‘Kafir yapısıdır, puttur.’ diyerek tüm yapıları, toprakları, heykelleri yakıp yıktırdı. Selçukluların Anadolu’ya gelişine kadar Çukurova devamlı Bizans ile İslam Devletleri arasında yer değiştirdi. Bölgede ciddi çarpışmalar ve tahribatlar yaşandı. Torosların konargöçerleri dışında bölge neredeyse insansızlaştı. 

Malazgirt Savaşı (1071)’den sonra Türklerin Anadolu’ya hakim olmasıyla Anadolu’ya ilerleyiş devam etti ve Tarsus, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından ele geçirildi (1084). Ancak ilerleyen yıllarda Haçlı Seferleri’nin başlamasıyla birlikte bölgede Haçlı Frenk Yönetimi (1098-1100) kuruldu. Daha sonraki yıllarda ise Selçuklu, Rubenid ve Bizans arasında çatışmalar yaşandı. Üçüncü Haçlı Seferi’nden sonra bölgede kısa süre hakimiyet kuran Rubenid Krallığı İtalya ile olan ticaret için Silifke ve Tarsus limanlarını etkili bir biçimde kullandı. Ancak zaman içinde zayıflayan Rubenidler, Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’e yenildi ve Toros Dağları’na çekildi ancak bu çekilme sırasında Silifke ve Tarsus limanlarına ciddi anlamda zarar verdiler.

Üçüncü Haçlı Seferi sırasında Göksu Çayı’na düşüp ölen Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa 

 

Kösedağ Savaşı’ndan (1243) sonra bölgede otoritesi zayıflayan Türkiye Selçukluları yerini Karamanlılara bıraktı. Karamanya Krallığı’nın  kurulmasıyla birlikte bölge uzun yıllar sürecek olan Karaman hakimiyetine kavuştu. Bu dönemde Mersin başta olmak üzere Mut imar edilir ve Burhaneddin Musa döneminde başkent olur.

Yazımın başında da belirttiğim gibi Mersin doğusuyla batısıyla Akdeniz’in en uzun coğrafyalarından bir tanesidir. Bu sebeple idari anlamda tek güç göremeyiz. 1375 yılında Memlüklerin Çukurova’yı almasıyla birlikte Ramazanoğulları Tarsus ve Adana civarında hakimiyet kurdular. Böylece 17.yüzyılda Ramazanoğullarının Osmanlıya bağlanmasına kadar bölgede belli aralıklarla Osmanlı, Karaman ve Ramazanoğulları hakimiyeti görüldü. Bölge yine savaşın merkezi oldu. Çünkü Karaman Beyliği belli bir dönem Tarsus için Ramazanoğullarıyla, Silifke ve Mut civarı için de Osmanlılarla savaştı. Özellikle Fatih döneminde bölgeye Gedik Ahmet Paşa komutasında iki kez büyük sefer düzenlendi ve çarpışmalar II.Bayezid döneminde de devam etti. Bölge gittikçe göç verdi ve insansızlaştı. Artık az sayıdaki ordular bölgeyi tamamen işgal edebiliyordu.

1600’lü yıllarında Mersin; Adana beylerbeyliğine bağlı Tarsus Sancağı (Liva-il) ile İçel (Silifke) sancağından oluşmaktaydı. 1671 yılında bölgeye gelen Evliya Çelebi’nin Silifke, Tarsus ve yol üstündeki yerleri tanıttığını görürüz. Bu bölgelerin ıssızlığın ıssızlığından ve haraplığından bahseder. Bu yıllardan Tarsus’a ulaşan liman, imar ve tahribatlardan kaynaklı kapanmıştır ancak sandallar işleyebiliyordu. Mersin, kentliğinin önemini yitirdiği bu yıllarda köy ve yaylalar dışındaki yerlerde ekonomik ve sosyal hayat iyice çökmüştür. Hatta 1777 yılında Tarsus kaza(ilçe) konumuna düşmüştü. İngiliz Kaptan Beaufort’un dediğine göre 1812’ de Mersin, malarya hastalığı ile boğuşmaktaydı.1820’li yıllara gelindiğinde civar illeri Kıbrıs’ta yapılan ticaretler sonucu pazarlar kurulmaya başlandı ve yerleşim sahaları bu pazar meydanlarını takip etti. 

 

 1832-1841 yılları arasında Kavalalı İbrahim Paşa bu bölgeyi ele geçirince bölgede önemli restorasyonlar başladı. 1838 yılında ‘Yabancılara Ayrıcalık Tanınması ve Serbest Ticaret Antlaşması’nın yapılması ile birlikte Mersin’in önemi arttı ve fabrikalar kuruldu. Yeni yolların yapımına başlandı ve Lazkiye ve Beyrut’tan önemli sayıda göçler aldı. Küllerinden doğan bu şehir hem doğunun hem batının yeni cazibe merkezlerinden biri olmaya başladı. Antik Mersin sokakları doğu modasına uygun devecileri; batı modası giyimli hanımları ve değişik dillerde konuşan sokak esnafıyla rengarenk görünüyordu. 1888’e gelindiğinde il olan kent her anlamda resmen yüzyıllarının intikamını almaya başlamıştı. 20.yüzyıla gelindiğinde iki dünya savaşıyla ve bir işgalle karşılaşmasına rağmen gelişimini sürdürdü. Ancak ikinci dünya savaşının bunalımlı yıllarında aşırı ideolojik görüşlerin teşvikiyle birçok tarihi yapı yıktırıldı.

20. yüzyılın ikinci yarısında modern, bugünkü limanına kavuşan Mersin gittikçe ‘metropol şehir’ yapısına büründü. Ancak tarihin yazgısı hiçbir zaman Mersin’in peşini bırakmadı. 1990’lardan beri aldığı yoğun göçlerle birlikte birçok sit alanı yerleşime açıldı. Mamure Kalesi, Kız Kalesi, Adam Kayalar gibi birçok önemli eserlere insanlar tarafından zarar verildi. Bugün hala bize Akdeniz güzelliğini en güzel şekilde bahşeden Mersin’i ne yazık ki hala fark edebilmiş değiliz. Tıpkı eski medeniyetlerin, imparatorlukların yapmış olduğu gibi. Şehir yapısının, yönetim anlayışlarının ve kültür çatışmalarının sanata olan kötü etkilerinin açıkça yüzleşmesinin yapılabileceği bir kanıttır, Doğu Akdeniz’in incisi Mersin.

  

  

 

 

Ayberk Ege, Boğaziçi Üniversitesi, İşletme

 

Karar verilmiş, atlayacak 

Haliç’te gölgeleri Sinan’ın minarelerinin 

Beride iskele, martıları kadar neşeli 

Aşağıysa mahşer yeri 

Bu haziran en çok insan Beyoğlu’nda 

Ve en çok beklediği saatler insanların, Galata’ya olan heveslerinden 

Bense Galata Kulesi, 

Uzun, kudretli 

Ve kibirliyim semtim gibi 

Ve sevdalıyım karşıda Komnenos’un baş nedimesine 

Yapamadı. 

Karar verilmiş, atlayacak. 

Önünde deniz, hava nemli fakat berrak  

Ötede silüetleri dağların, Güney Marmara’nın 

Ve mütevazı adaları Bizans prenslerinin 

Dört ada, en güzeli Sait Faik’inki 

En çok onu sevdi, en çok sevdiğini ilk orada öptü 

Yan bankta moda beyefendileri 

Tekin, huzurlu, düşünceli 

Yapamadı. 

Karar verilmiş, atlayacak. 

Saçları dağınık bir kilyos kadınınki gibi akşamdan kalma 

Ve dudakları kuru, bir kilyos kadınınki gibi,

akşamda kalan. 

Onu taşıyan zemin ince kum, yumuşak , dinamik ve sapsarı. 

Ve işte , yine taneleri titreten beyaz atlı, 

Ya haber alacak, ya haberi var. 

Yapamadı. 

Karar verilmiş, atlayacak. 

Gök katran karası, şehir ha boğuldu ha boğulacak. 

Deniz ise direnmekte yüzeyde yakamozlarıyla. 

Yüzeyinde yansımasıyla Kuleli’nin. 

Kuleli’dedir “barışçıl politikaların” genç neferleri 

Çocuk, mağrur, tutkulu. 

Ve üzerlerinde yükselen kavuşma noktası medeniyetlerin 

Yapamadı. 

Karar verilmiş, atlayacak. 

Boğaz uzanmış perde misali ayakları altına. 

Gün ha battı ha batacak. 

Ateş kırmızısı karşı tarafı kalenin. 

Ve önünde tüm kibriyle ustalık eseri modern iktidarların. 

Poyraz çok kuvvetli eser bu mevsim Beykoz’da. 

Ve bir tek berduşları dayanabilir yıkımına Yoros’un. 

Ölü, deli fakat umutlu. 

Yapamadı. 

Karar verilmiş, atlayacak. 

En yüksek gökdelenin en yüksek noktasında. 

Şehrin en yalnızları ikisi. 

Bir gökdelen ki Konstantinopolis’de 

Bütün kasvetiyle aşmış bulutları 

Bir gökdelen ki heybeti göğü delercesine. 

Ve yalnızlığı gökdelen misali otoyol kentindeki. 

Altında İstanbul, kıtaların kesişimi 

Katı, soğuk, gri. 

Ölüm saati, 05:27.

Leave a Reply