“Hayat hiç mavi yerinden vurmadı… Çünkü ben maviyi beyazı koruyan masumiyet olarak tanırım, karanlığı görünür kılan bir renktir mavi, öyle bilirim… Sürükleyendir,bitmeyendir… Mavi olarak anlatmalıyım her şeyi…
Kaldırın başınızı gökyüzüne, görmek istediğinizi değil gördüğünüzü söyleyin bana! Yaşamın ta kendisidir mavi…belkide sadece bu yüzden ölmeye değil,yaşamaya mahkum
edilmiştir…Maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi? Bir renk değildir mavi huydur bende ve benim yetinmezliğimdir. Ve herkesin yetinmezliğidir belki, denecektir ki bir süre. Ve denenecektir: Bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki? Gönül gözü görendedir,derinler mavidir…”
Edip Cansever, Mavi Huydur Bende.
2019 yazında Paris’i tek başıma ilk defa ziyaret ettiğimde, Edip Cansever’in bu masmavi şiirini şehrin Seine’in neminden nasibini az çok alıp griden sarıya, sarıdan ise tekrar bitmez tükenmez grisine geri evrilmeye hazırlanan sokaklarında hatırladım.
Toyluğun güç, gücün ise yepyeni bir cesaret sayıldığı o günlerde, hayatı kısacık, tadımlık fakat bir türlü doyum olmaz bir Serge Gainsbourg şarkısı olarak görmeye alışkın, pembe gözlükleri yüzünde kaslarına yansımayan bir gülümseme, uzaktan anlaşılır bir yarım yamalaklık katan bendeniz, happy hour‘lardan sabah kahvelerine süren gezip tozmaları, yağmurlu bir günde Montparnasse’dan Seine kıyılarına doğru inerken gördüğüm tüm sanat galerinin yolun bir adım aşağısında kalan eşiğinde fötrümü eline almak suretiyle atacağım ilk adımın senkronize olmasına dikkat etmeyi, yaşamın yegâne gerekliliği olarak değerlendiriyordum.
Bir galeriye girmek; tüm ihtişamıyla, ne olduğunuz mühim olmaksızın, kapıdan geçerken bilinçsiz olduğu izlenimini vermek için bilinçli çabalar harcadığınız şapkanızı eline alma eylemi ve nemli Paris yazında buğulanmış gözlüğü bir elinizde şapka dururken tek elinizle silme cabanız dikkate alındığında, “biri” olduğunuza dair birçok nişane barındırıyordu.
İşte böyle bir havada, 4. bölgenin meşhur Marais’inde, Archives Nationales’in bir iki sokak arkasında, tüm arada kalmışlığı ve yazın getirdiği yalnızlık ile yüzyıllardır bu mahalleyi süsleyen Rokoko duvarların arasında “gelecek” gibi parlayan bir galerinin girişinde koca harflerle Yves Klein yazısını algım tek hamlede seçti. Adını kitaplardan duymuş olduğum “bu avant-garde” ressamın masmavi deryaları figürleştiren, ardından sanat tabiriyle “figürsüzlükten çıkartan”(non-figüratif), en önemlisi ise figürler kullanıp figürsüzlük elde eden kompozisyonlarını görmeye sabırsızlanırken, maviliklerin ve soyutluğun göbeğinde, Centre Pompidou’da gördüğüm kalıcı sergiden bir eserin birkaç eserlik bir sergiden oluşan muadillerini görüyordum.
Yves Klein, insanlık tarihinin en korkunç yüzyıllarından birisi olan 20. yy’ın ikinci yarısında, birinci yarısı ile arada sıkışık kalmış sayılı avant-garde’lardan bir tanes. Onu mühim kılan en önemli nokta ise mavi rengiyle olan angajmanı. Görsel sanatların özellikle kolaj, yağlı boya ve fotoğraf kolları ile oldukça ilgilenen Klein, yağlı boya eserlerinde sergilediği monokromatik, yani tek renkli tutum ile dikkat çekiyor.
Üstünde durmak gerekir ki, sanatın farklı disiplerinin birbiriyle olan bilinçsiz ilişkisi, her zaman dikkatimi çekmiştir. Yves Klein mavisinin bu kadar dikkate değer olmasının ise, kafamda kurguladığım Edip Cansever mavisi imgesi ile eşdeğer olması, yukarıda değindim bilinçsiz ilişkinin bir parçası olması, beni bu yazıyı yazmaya iten saiklerden biri oldu.
Bu eseri, Paris’in tokatını defaatle yemiş, grilikten kurtulup tekrar griliğe düşeceğinden habersiz bir Fransız, Ankara ziyaretinin ardından “Edip Cansever Mavisi” olarak kurgulayabilir, ve çok bildiği ve sevdiği Yves Klein eserlerini, bir şiir dinletisi gecesi ilk defa karşılaştığı Edip Cansever mavisi ile ilişkilendirebilirdi. Bu analoji, bana kalırsa sanatın disiplinler ve hatta uluslarası kimliğini oldukça açıklıyor.
Ve’l hâsıl-ı kelâm, sanatın kalıba sığmazlığı insanı her yerde, hele bilhassa beklemediği yerlerde yakalayabiliyor. İnsan, Marais’in puslu akşamüstlerinde Seine’in taşıdığı koku ve nemi içinin tüm hücrelerine dahi çekerken, gördüğü Yves Klein mavisinde Edip Cansever’i hatırlıyor. Ne de olsa bir akşamüstünü düşünmek, bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki?