2019 yılının ilk yarısının korku ve gerilim sineması için fevkalade geçtiğini önceki bir yazımda yazmıştım, şansa bakın ki 2019’un diğer yarısı da bu bakımdan pek farklı olmadı. Özellikle kasım ayında vizyona giren Robert Eggers’in yazıp yönettiği The Lighthouse2020’ye girmeden az evvel isminden sıkça söz ettiren yapımlar arasındaydı. The Lighthouse‘dan önce 2015 yapımı The Witch ile yakından tanıdığımız Robert Eggers, cadılık ve büyü konulu filminde din folkloru, dişilik ve erillik gibi konseptlere dikkat çekmişti. Eggers, bu sefer The Lighthouse‘un kurgusunda yararlandığı mitolojik ögelerin yanı sıra büyük ölçüde Jung ve Lacan‘dan etkilenilmiş psikanaliz-karakter çözümlemesi sayesinde The Lighthouse‘a yönelik tüm övgüleri gerçekten de bileğinin hakkıyla elde etti. Film, Lacancı bir bakış açısı olan arzunun yorumu gibi temaların yanı sıra erkeklik gibi sosyolojik konuları da ince bir şekilde işliyor.

The Lighthouse, Amerikalı iki fener bekçisinin Kanada yakınlarında ücra, küçük ve esrarengiz bir adadaki rutin yaşamlarını konu alıyor. Adaya sonradan gelen Thomas Howard (Robert Pattinson) ve adada bir süredir yaşayan Thomas Wake (Willem Dafoe), yalnızca bir deniz feneri ve bir kulübenin bulunduğu bu adada akıllarını yitirmeden hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Wake, adaya ve yapılacak işlere alışkın ve ayrıca yaşça büyük olduğundan Howard’a devamlı eziyet edip tartaklar; fakat Howard bu durumdan hoşnutsuzdur. Wake’in fenerin mülkiyetini ele geçirmesi ve fenere karşı aşırı koruyucu davranması üzerine Howard, fenerin gizemini ortaya çıkarma konusunda kararlıdır.

 

Lacancı yaklaşım filme nasıl uyarlanmış?

 

Lacan, gereksinim (need) ile arzu (desire) kavramlarını ayrı kategorize eder ve insanda arzunun yerini, temel ihtiyaçların dışında bir alan olarak belirler. Açlık ve susuzluk gibi fizyolojik gereksinimlerin, yaşam fonksiyonlarının yerine getirilebilmesi açısından doyurulabilir olduğunu öngörürken arzunun Freud’un öne sürdüğü istek (want) kavramından daha farklı ve kapsamlı olduğunu savunur. Buradan hareketle arzuyu varoluşun merkezinde konumlandırır ve arzunun ortaya çıkış sebebinin fallus* eksikliği olduğunu sıkça belirtir. Lacancı bakış açısına göre ne zaman bir erkek “erkeklikten yoksun” olarak değerlendirilir ve maskülen olmayan davranışlar sergilerse bunun sebebi fallus eksikliğidir. Bu yüzdendir ki Lacancı psikanalizde ve bireyin psikoseksüel gelişimi süresince ortaya çıkan komplekslerde fallus, arzu objesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Filmin henüz ilk dakikalarında iki karakterin erkeklikleri karşılaştırmalı olarak gözler önüne seriliyor. Bir tarafta utanıp sıkılmadan uluorta gaz çıkaran, aşırı alkol tüketen, ortağını devamlı ezip tartaklayan ve adadaki tek maddi varlığı bir nevi zimmetine geçiren Wake’in dominant, özgüvenli ve geleneksel erkekliğini görebilirken diğer tarafta yeni olduğu bu ortama alışma sürecinde olan, anlatım boyunca karakterini beyan etmekte güçlük çeken Howard’ın (özne) çekinik, kırılgan ve “alışılagelmemiş” erkekliğini görebiliyoruz. Lacancı psikanalize göre deniz feneri imgesi, film boyunca anlatıda arzu objesi olan fallusun bir temsili olarak karşımıza çıkıyor. Fenerin anahtarını her daim üzerinde taşıyan, dolayısıyla fallusa da sahip olan ve ona bilfiil sahip olduğunu sergilemekten çekinmeyen Wake daha eril bir karakter olarak filmin büyük bölümünde fenere erişimi de elinde tutuyor.

 

Howard’ın bilinçaltını yansıtan bu sahnede Wake, gözlerinden bir ışık hüzmesi ışıtarak Howard’ı alıkoyuyor. Bu sahnenin sembolik önemi oldukça fazla; çünkü vücudunun deniz fenerine olan benzerliğiyle Wake’in hem arzu objesine sahip olduğunu anlıyor hem de daha üstün bir erkekliğinin olduğunu görüyoruz.

Wake’in fallusa sahip olma durumu, tahmin edeceğiniz üzere Howard’ın (yani öznenin) fallus eksikliği yaşamasını doğuruyor. Böylece Howard’ın nesneye, deniz fenerine, sahip olma arzusu baş gösteriyor. Üstüne üstlük Wake, baskın erkekliğinin bir sonucu olarak Howard’a devamlı olarak fenere elini süremeyeceğini, onun işinin temizlik yapmak gibi daha “feminen” işler olduğunu hatırlatıyor. Öte yandan filmin sonlarına doğru bu sefer Howard’ın sanrılarında (bilinçaltında) erkekliğinin zirveye ulaştığı bir sahnede Wake’i bastırıp ona daha feminen roller yüklediğini gözlemliyoruz. Bu evrede Wake, fenerin (aynı zamanda erekte olan fallusunun) sahipliğini yavaşça yitirdiğini hissettiriyor. Bu yolla arzu objesine sahip olma durumunun, karakterlerin erkekliği ile paralel olduğunu da görüyoruz. İki karakter, arzu objesine ulaşmak ya da onu korumak isterken aynı zamanda zirvede, dokunulmaz ve sarsılmaz bir erkekliğe sahip olmayı, ya da onu sürdürmeyi amaçlıyor.

 

Fenerin fallus için bir temsil oluşturduğu filmde şekildeki gibi ifade ediliyor. Kamera, deniz fenerini önce sağa yatık bir pozisyonda çekerken zamanla açıyı artırıp düz pozisyonda çekiyor. Bu çekim fallusun erekte hâle geçişini simgeliyor, ayrıca deniz fenerinin fallusa benzerliği dikkat çekiyor.

 

Gizli anlamlar, Jungcu arketipler ve Lacancı yaklaşımla bağdaşıklık

 

Buraya kadar Lacancı bakış açısından bahsetmişken filmdeki Jungcu unsurlardan da bahsetmek gerekir. Adayı bir bütün olarak kolektif bilinçdışı arketipi olarak tanımlayabiliriz. Özellikle Wake’in deniz fenerinin “büyülü” olduğunu iddia etmesi ve ayrıca martıların “ölü denizcilerin ruhlarını taşıdığını”, onları öldürmenin kötü talih getireceğini söylemesi üzerine bu çıkarımdan daha da emin oluyoruz. Martılar bir imge olarak Lacancı yaklaşım ile bağlantılı olma eğiliminde; öyle ki onları çoğunlukla arzu objesinin yakınlarında, iki karakterimizle bir tür sembolik rekabet içerisindeyken görüyoruz. Bu durum, yine Lacancı perspektifte arzuyu varoluşumuzun merkezinde konumlandırmaktan kaynaklanıyor.

Buna göre adadaki her bir ruh, martılar da dahil olmak üzere, arzuyu temel gaye olarak benimsiyor. Şüphe yok ki Wake, Howard’a kıyasla bu durumun daha farkında; çünkü martılara denizcilerin ruhlarını, dolayısıyla kişiliklerini ve erkekliklerini atfederek onları birer birey olarak vasıflandırıyor ve bu yolla onların da arzu objesine sahip olma ihtimallerini göz önünde bulundurmuş oluyor. Ne var ki Howard, bir martıyı kendi kırılgan erkekliğine tehdit olarak görüyor ve onu öldürüyor. Film ilerledikçe görüyoruz ki bu eylemi onun sonunu getiriyor: O da tıpkı öldürdüğü martı gibi tek gözünü kaybederek başından beri tehdit olarak gördüğü martılara yem oluyor, martıların olanaksız gibi görünen “erkekliği” Howard’ın erkekliğini alt etmiş oluyor. Howard hem Wake’in erkekliği, hem de kolektif bir erkeklik tarafından bastırılıp feminen statüsüne düşürülüyor. Buradan hareketle martıları, bir bütün olarak Jungcu animus arketipi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

 

Filmde mitolojik unsurlardan birine son sahnede yer veriliyor. Martılar Howard’ı hırpalıyor ve karaciğerini yiyor. Bu imge, Esilhos’un Zincire Vurulmuş Prometheus’undan esinlenilmiş bir olgu olarak izleyiciyle buluşuyor.

Yakından bakacağımız bir diğer sembolik unsur ise denizkızı. Denizkızı imgesinin anima arketipini karşıladığını tespit etmek zor değil; fakat The Lighthouse‘da denizkızı imgesi, anlatımda üstlendiği rol itibariyle arzunun yorumu konseptinde tamamlayıcı bir niteliğe ve özne olan Howard’ın arzusuna göre şekil alan bir doğaya sahip. Denizkızlarının klasik folklorda şekil değiştiren (shapeshifter) cinsiyetsiz varlıklar olduğunu duymuşuzdur. Fakat filmde denizkızı, Howard’ın erkekliğini beyan ve tatmin edeceği bir başka nesne suretini alıyor; öyle ki denizkızının filmde gördüğümüz gösterimi yalnızca Howard’ın sanrılarından, yani bilinçaltından ibaret.

Denizkızına ilişkin gerçeğe en yakın şey Howard’ın yatağına gizlenmiş beyaz renkli denizkızı idolu, tesadüfe bakın ki bu da yalnızca maddi bir oluşum, bir obje! Durum böyle olunca Eggers denizkızının klasik folklordaki cinsiyetsiz özelliğini bir yana bırakıp Howard’ın “daha erkek” olabilmesi, kırılgan erkekliğini biraz olsun sağlamlaştırabilmesi ve penetrasyon arzusunu karşılaması için anlatımda denizkızına bir genital bahşediyor. Lacan’ın 21. seminerinde dile getirdiği gibi: Kadınlık, erkeğin kendi yazgısını bulduğu yer haline gelir, tıpkı kadının erkeğin semptomu haline geldiği gibi. Howard, deniz fenerine erişimini aslında yalnızca kendi bilinçdışında gerçekleştiriyor, yazgısı ise Wake’inki gibi geleneksel ve dominant bir erkekliğe sahip olamamakla sonuçlanıyor. Karakteristik olarak vahşi, boyun eğmez ve tehditkâr bir semboliğe sahip denizkızı, Howard’ın erkekliğinin baştan aşağı bir temsili olarak yeni baştan tarif ediliyor: fallustan yoksun, boyun eğen ve feminen.

 

Peki Ephraim Winslow kim?

 

Filmin sonlarına doğru anlıyoruz ki Winslow, film boyu Ephraim Winslow adını kullanan Thomas Howard tarafından öldürülen bir adam. Howard, tıpkı Wake’e ve tek gözlü martıya yapacağı gibi, geçmişinde Ephraim Winslow isimli adamı öldürüyor ve anlaşılan o ki bu yolla Winslow’unkinden daha üstün bir erkeklik beyan edeceği fikrine kendini kaptırıyor. Bu fikre kapılan sadece Howard değil, Wake’in de Howard’dan önceki ortağını bu şekilde öldürdüğü ortaya çıkıyor. Elbette ki bu fikir boşa çıkıyor ve filmde yansıtılan toksik erkekliğin narsist ve zararlı yönü bu şekilde izleyiciye aktarılmış oluyor.

 

 

Psikolojide fallus, genel olarak erekte penise verilen isim. Lacan’a göre Oedipus gibi komplekslerin ve arzu kurulumunun yegâne sebebi fallus yokluğudur.

 

 

Kaynakça:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/396283

https://psikolojiagi.com/ophelia-arzu-nesnesi-olmak-ya-da-olmamak/

https://www.quora.com/Whats-the-difference-between-want-need-and-desire-Arent-they-the-same

https://en.wikipedia.org/wiki/Prometheus

Leave a Reply