Woody Allen, son birkaç senedir adını cinsel taviz davalarıyla sık sık duyuran, birçok sevenini “Sanatçıyı sanatından ne kadar ayrı tutabiliriz?” sorgulamalarına yönelten ve sinema dünyasında önemli bir yeri bulunduğunu inkar edemeyeceğimiz bir yönetmen. Bu yazımda Allen’ın kendi sinemasındaki yerinden bahsedip, filmlerinin mizansenindeki etkisi hakkında konuşmak istiyorum. Umuyorum ki kendisine duyduğunuz sempati veya antipatiyi arkanızda bırakabilir, sadece kendisinin “filmlerindeki yerine” odaklanmayı seçtiğim bu yazıyı severek okursunuz.
Allen sineması dendiğinde, kendisinin hayranı olun olmayın, herkesin aklına gelen yegane iki tema vardır: “New York” ve “insan ilişkileri”. Woody Allen’ın kendisi de bir New York aşığı olduğundan, (Avrupa’da çektiği birkaç filmi saymazsak) bütün filmleri adeta bir New York güzellemesi niteliği taşır. New York’u, insan ilişkilerine (ağırlıklı olarak romantik ilişkilere) bakış açısının farklılığı, eşsizliği ve bir o kadar da “gerçekliğiyle” harmanlar; böylelikle ortaya Annie Hall, Manhattan, Crimes and Misdemeanors ve Hannah and Her Sisters gibi unutulmaz filmler çıkar.
Bahsettiğim bütün bu elementlerin yanında, -özellikle Allen’ın sevenlerinin bu konuda beni çok iyi anlayacağından eminim- filmlerinde New York ve ilişkiler kadar vazgeçilmez olan başka bir nokta daha vardır. Bu nokta; yavaş yavaş kendi içinde olgunlaşmış, zamanla bahsettiğimiz bu sinemanın önemli bir ögesi haline gelmiş, en nihayetinde de Woody Allen sinemasının bel kemiği haline gelmiş olan önemli bir elementtir. Bahsettiğim nokta, Woody Allen’ın tam da kendisi. Yönetmenin en iyi (veya “en iyi olduğu iddia edilen”) filmlerinin neredeyse hepsinde başrolde kendisi oynamaktadır. Allen, zamanla kendi filmografisinde bir ikon haline gelmiş olup, içinde bulunduğu filmlerin mizanseni üstünde büyük bir etki sahibi olmuştur. Entelektüel diyalogları ve felsefi düşüncelerinden, yaşanan olaylara verdiği tepkiler ve mimiklerine kadar (dış görünüşünün ve gözlüklerinin de yardımıyla) Woody Allen, kendisinin yazıp yönettiği filmlerdeki “o karakter” için ideal oyuncu haline gelmiştir. Kendisi birçok röportajında, gerçek hayatında filmlerindeki o karakter olmadığını belirtmiş, rolleri özellikle kendini düşünerek yazmadığının da altını çizmiştir. Bütün bunlara rağmen, yazdığı rolleri kendine has sergileyiş biçimi, kendi filmlerinin “karakter oyuncusu” olmasını kaçınılmaz hale getirmiştir.
Woody Allen’ın kendi sinemasındaki yerinin önemine dair sunduğum bütün bu görüşlere karşı üretilmiş farklı bir argüman da bulunmakta ve -ne yazık ki- benim için bile reddetmesi zor olan noktalara sahip, dolayısıyla bu farklı bakış açısından da bahsedip, yazımı bu şekilde sonlandırmak istiyorum. Bu bakış açısına göre Allen, yazıda bahsettiğim “o karakterin”, kendisinin ekrandaki yansıması olduğunun farkında. Bununla birlikte bu “kendi kendini idolleştirme” (self-idolization) yolunu izlemeyi sürdürmesinin sebebi ise, kendine benzemeyen ve hayal ürünü olan etkileyici karakterler yaratabilmekten aciz oluşu.
Üniversitede seçmeli ders olarak aldığım Görüntü Çözümlemesi (Analysis of Moving Image) dersinde ortaya attığım bu fikir üstüne, dersin hocasından gelen bu karşıt sav beni fazlasıyla şaşırtmış olmakla birlikte, Allen sinemasına daha farklı açılardan bakabilmemi sağladı. Bu tartışmanın üstüne bu yazıyı yazıp, okuyucuların hangi tarafta olduğunu görmek istedim. Siz Allen’ın kendi sinemasında temsil ettiği bu tipleme hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorumlarda görüşlerinizi belirtebilirsiniz! Sevgiler.