Uyku düzenimizin mahvolduğu şu günlerde gecenin bir yarısı Phoebe Waller-Bridge’in aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan ve geçen sene Emmy ödüllerine adeta damga vuran Fleabag dizisini izlemeye başladım. Dizide kullanılan dördüncü duvar fikrinin çok da fanı olmayan bir izleyici olarak ilk başta çok ısınamasam da asla yerimden kalkamadım diziyi izlerken. Sonraki bölüm tuşuna daha fazla basamadığımı fark ettiğimdeyse gün aymış fakat içim kararmıştı.
Aslında izlerken çok fazla durumdan rahatsız olduğunuz ama bir şekilde de izlemeye devam etmek istediğiniz, adanın kara mizahıyla dramayı bir araya getirip dizinin hem yazarı hem de başrolü olan Phoebe Waller Bridge’e hayran olmanızı sağlayacak bir dizi Fleabag. Hayatınızın kötü gittiğini hissettiğiniz fakat bu olumsuzluktan kendiniz dahil kimseye bahsetmek istemediğiniz ve bundan kaçmak adına başka şeylere sığındığınız anlar Fleabag’in hayatını komple kaplamış durumda. Yani çok da yabancı olmadığımız bir ruh hali onunki aslında. Sadece onun durumu biraz daha aşırı seviyede. Hayatının neredeyse her alanında dibe doğru batmakta ve bunun farkında olmasına rağmen sorunlarından kendisi dahil kimseye bahsetmek istememekte, ne ailesine ne de çevresindekilere… Hatta biz dinleyicisine bile göstermemeye çalışıyor bazen bu halini.
Önce annesini sonra da en yakın arkadaşını kaybetmesinin ardından hayatına giren bizlerin gayet farkında Fleabag ve aslında bizimleyken herkesin yanında söyleyemediklerini anlatmak hoşuna da gidiyor, stresli veya depresif zamanlarında orada olmamız, ortamda yapamadığı şakaları ya da edemediği küfürleri dönüp bize söylemek en yakın olduklarının yokluğunda bir nevi rahatlama aslında onun için ta ki karakterlerden biri onun bizimle olan iletişimini fark edene kadar…
Phoebe Waller-Bridge, dizi boyunca bize karakterler hakkında olabildiğince az bilgi veriyor aslında. Her zaman bilmemiz gereken kadarını biliyoruz onlarla ilgili hatta çoğunun adını bile bilmiyoruz. Ana karakterimizin adının Fleabag olduğundan dahi şüpheliyiz. Fakat bunların hepsi, diziyi izlerken sürekli canlı tutuyor merak duygusunu. İlk başlarda karakterleri çok fazla tanıyamadığınız için ne yapacaklarını tam olarak kestiremiyoruz ve bir şekilde tahmin ettiğimizden sapıyor yaptıkları. Kişisel olarak Fleabag hariç hiçbir karakterle kendimi pek bağdaştıramasam da karakterlerin kendi benlikleri içerisinde tezatlıkları bir arada barındırması onları daha da ilgi çekici kılıyor. Bununla beraber yıllarca kadın komedi yazarlarının genelde sadece kadınlara hitap eden tarzda bir mizah yaptığı ön yargısını da kırıyor Phoebe Waller-Bridge. Kim olursanız olun bu dizide illa ki size komik gelen ve kendinizle bağdaştırabildikleriniz olacaktır.
Dizi sadece Fleabag’in kişisel problemleri üzerinde duruyormuş gibi gözükse de bir şekilde size de dokunup kendi kendinize sorular sormaya itiyor. Özellikle de ahlaki değerler ve yargılar bakımından illa ki üzerine düşünecekleriniz olacaktır. Aslında bu da ikinci sezonla birlikte gelen bir özellik diziye.
Phoebe Waller-Bridge aslında ilk sezonla beraber Fleabag’in hikayesinin tamamlandığını düşünmüş. Fakat sonrasında hikayeyi Fleabag açısından daha da tamamlayıcı bir şekilde bitirebileceğini fark etmiş ve ikinci sezon için hazırlanmaya başlamış. İyi ki de öyle olmuş çünkü dizi sadece birinci sezonla kalsaydı Fleabag’i her şekilde mahvolmuş haliyle hatırlayacaktık ve dizi de büyük ihtimalle bu kadar yankı uyandıramayacaktı.. İlk sezon, karakterlerin Flebag’in hayatındaki yerini benimsememiz açısından çok önemli olmasına rağmen izleyici olarak asıl istediğimiz hareketi bize veremedi çünkü o sonrasında olacakların bir ön izlemesiydi ve asıl hikayeye ulaşmamız için bir basamaktı sadece. İkinci sezonun başında ana karakterimizin dediği gibi yeni sezondaki asıl hikayemiz bir aşk hikayesiydi. O da kendisine pek ahlaklı diyemeyeceğimiz ve ateist Fleabag ile bir papazın sizi oldukça üzecek aşk hikayesi…