Mutluluğun daim olmadığını öğrendiğiniz anı hatırlıyor musunuz? Hatırlıyorsanız, o anı hiç yaşamamış olmayı dilediğiniz zamanlar oluyor mu? Ben kendime bu soruyu sürekli soruyorum. Mutluluğun anlamını aradığım bir dönemde karşılaştım Ursula K. Le Guin’in Rüzgarın On İki Köşesi adlı kitabıyla. Adından da anlaşıldığı üzere bu kitap on iki öyküden oluşuyor ve bu öykülerden her biri, bir arayışta olan herkes için oldukça değerli bana kalırsa. Her birini okuduktan sonra kitabı elinizden bırakıp derin bir nefes almanız gerekecek çünkü çoğunun belirli bir sonu yok, düşünecek çok şey bırakıyorlar insana.
İtiraf etmeliyim ki, beni en çok etkileyen öykü aynı zamanda en kısalarından, Omelas’ı Terk Edip Gidenler. Distopik romanlar ve öykülerle büyüyen bir nesil olarak sizin de bu öyküyü okuduktan sonra birçok soruyla baş başa kalacağınızdan eminim.
Toplum olarak acıyı ve mutsuzluğu bir değer olarak görüyoruz. Çok acılar çekmiş sanatçı iyi işler çıkarabilir, çok mutsuz olmuş şairler iyi şiirler yazabilir çoğumuzun gözünde. Bu öykü de şimdiki dünyadaki bu yargıya vurgu yapıyor, Omelas adlı şehri ana kişi olan ben kişisi üzerinden analiz ediyor. Daha ilk sayfadan anlıyorsunuz ki Omelas yukarıda bahsettiğim bu iki duygudansa olgunluk ve şevk gibi olgularla dolup taşıyor. En başta yaratılan ütopyada saf bir mutluluktansa ihtiyaçlarına göre hareket eden ve kurallar olmasa bile saygı ve sevgi ortamında hayatlarına devam eden bir topluluk anlatılıyor. Bu mükemmel düzen çoğumuza uzak ve absürt gelecektir. Gerçek şu ki, Le Guin de böyle düşünmemizi istiyor.
Omelas’ın tören alaylarının ve mutlulukla dans eden insanlarının altında, gösterişli bir evin bodrum katında, kapısı hiçbir zaman açılmayacak bir odada, öyküye göre cinsiyeti önemli olmayan bir çocuk oturuyor. Odadaki paspaslara duyduğu korku yüzünden aptallaşmış, aç ve ilgisiz bırakılan on yaşında bir çocuk. Omelas’ın refahının devam edebilmesi için o çocuğun bu şartlar altında yaşaması gerekiyor ve insanlar bundan haberdar olsalar bile milyonların iyiliği için bir kişinin fedakarlığının gerekli olduğuna inanıyorlar.
Siz yukarıda arkadaşlarınızla dans edip içkilerinizi içerken, bunları yapabilmeniz için ayaklarınızın altında bir çocuğun can çekiştiğini bilseniz ne hissederdiniz? Bu toplumdaki çoğu insanın yaptığı gibi gözlerinizi yumup buna müsaade mi ederdiniz yoksa başka bir şey mi?
Ben ne yapacağımı rahatlıkla söyleyebilirim. Öykünün son paragrafında o çocuğun o durumda olduğunu kabullenemeyen insanların, tek başlarına ve sessizce Omelas’tan çıkıp gittiklerinden bahsediliyor. Tek sorun şu ki, Omelas’ın dışında ne olduğunu kimse bilmiyor. Ancak gidenler gittikleri yerin neresi olduğunu biliyor gibiler. Bu yerin neresi olduğunu düşünmenizi istiyorum. Giden insanların hangi düşüncelerle ve neden yalnız gittiklerini, gitseler bile değişmeyecek bir düzeni neden bıraktıklarını düşünün. Sorumu tekrar soruyorum, siz olsanız ne yapardınız?
Bana kalırsa, milyarlarca kişinin mutluluğu için bile olsa, bir insanın mutluluğu, özgürlüğü, zekası, bedeni, şefkati elinden alınmamalı. Tamam, mutsuz olmak için yaşamamalıyız ama hep mutlu olmaya çalışmak da gayemiz olmamalı. Günün sonunda mutluluk gelip geçici bir şey fakat herkes hayatının bir anında mutlu. Tek yapmamız gereken mutlu olduğumuz o küçük anlara sıkı sıkı sarılmak. Gitmeleri gerektiğindeyse geri geleceklerini umarak onlara izin vermek.
Kaynakça:
- Ursula K. Le Guin. Rüzgarın On İki Köşesi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011.
- https://www.artfulliving.com.tr/neler-oluyor/ursula-k-le-guinin-anlatisi-filme-uyarlaniyori-i-14942
- https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kitap/ruzgarin-on-iki-kosesi/390