Bugünkü yazımda izlediğim iki filmiyle favori yönetmenlerimden biri haline gelen Yorgos Lanthimos’u ve filmlerinde yarattığı dünyalara yer vermek istiyorum. Birkaç ay önce The Lobster filmini geçen hafta ise The Killing of a Sacred Deer filmlerini izledim. İki filmin de ortak özelliği, Colin Farrell dışında, bizim alışık olmadığımız bir dünyada geçmesi anca burada alışık olmadığımız derken bilim kurgu, uçan arabalar, büyü gibi fantastik şeylerden bahsetmiyorum.

            The Lobster’da partneri olmayan insanların kendilerine bir eş bulmak için bir otele gönderilmelerini izliyoruz. Belirli bir sürede eş bulamazlarsa, kendi seçtikleri bir hayvana dönüşüyorlar. Otorite figürü, ana karaktere hangi hayvana dönüştürülmek istediğini sorduğunda ise, tereddütsüz bir şekilde cevabı duyuyoruz. İnsanlar bu durumu benimsemiş, böyle bir durum içerisinde bulunduklarında alternatiflerini düşünür duruma gelmiş. Filmdeki öbür karakterlerde de bu benimsemeyi görüyoruz.

The Lobster’dan bir sahne, arkada meşhur oteli görebiliyoruz

            Killing of a Sacred Deer filminde de yine alışılagelmedik şeyler yaşamaya başlayan bir aileyle karşılaşıyoruz. Ana karakterimiz bir doktor (Steven) ameliyat sırasında bir hastasının ölümüne sebep oluyor bu hastanın oğlunun (Martin) aileyle yakınlaşmasıyla olaylar ilginç bir şekilde bir intikam hikayesine dönüşüyor. Martin’in aile üzerindeki etkisi, normal bir dünyada anlam veremeyeceğimiz bir şey olsa da aile bunu kabulleniyor. Martin’in şartı babasının intikamı için Steven’ın çocuklarından birini veya eşini öldürmesi. Eğer öldürmezse, hepsi ölecek. Öyle bir nokta geliyor ki, anne iki çocuktan birini öldürmeyi bir fikir olarak sunuyor. Bu neredeyse hiçbir filmde görmeyeceğimiz bir şey. Fakat bu bakış açısı, normal bir insanın bakış açısına göre çok ters çünkü Lord of The Rings’in ikinci filminde Theoden’in dediği gibi “kimse çocuğunun ölümünü görmemeli”.

Killing of a Sacred Deer, Colin Farrell Steven rolünde

            Lanthimos, filmlerinin formülünü aslında 2009 senesinde çektiği film “Dogtooth”la belli ediyor. Dogtooth, çocuklarını izole halde, dünyanın geri kalanından soyutlanmış bir şekilde büyüten bir babayı anlatır. Aile, tuzluğa telefon der fakat bunu garipsemezler. The Lobster ve Killing of a Sacred Deer’da da karakterler Lanthimos’un yarattığı dünya içindeler. Tuzluğa telefon demek onlar için garip bir şey değil. Lanthimos’un dünyası izleyicinin gördüğünün aksine, kendi yarattığı kurallar içinde çok düzenli. Biz bu düzenin nedenini veya başlangıcını görmüyoruz ve bu bilinmezliği sinematografinin de yardımıyla seyirciyi huzursuz etmek için kullanıyor yönetmen. Zaten iki filmden birini bile izleseniz, içinizi uzun süre geçmeyen bir huzursuzluk, anlam veremediğiniz bir kafa karışıklığı kaplıyor.

            Yorgos Lanthimos, filmlerinde gerçekliği yeniden kurguluyor. Bir ilişki için tek gerekli şeyin ortak bir fiziksel özellik olduğu, çocukların babasını başkasından ayırt edemediği dünyalar izliyoruz. Lanthimos’u özel kılan da bu dünyaları anlatırken gösterdiği özgüven. Seyirciye her şeyi açıklamak zorunda değilim, onlar benim dünyama adapte olsunlar tarzında bir anlatımla, unutulmaz filmler ortaya çıkarıyor. Belki de yaşadığımız dünyada biz de bu tarz absürt şeyler kabulleniyoruz fakat farkında değiliz. The Lobster’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz. Ayrıca geçtiğimiz günlerde yönetmenin premier yapmış Nimic kısa filmi de Mubi’de mevcut.

Kaynak:

Thomas Flight/Why The Lobster is So Strange

Leave a Reply