Eski müzikleri, efsaneleri seviyoruz. Hatta sevmekten öte, onlara asla ulaşamayacağımızı düşündüğümüz için, platonikvari bir aşkla bağlıyız onlara. Bazılarımız bundan bir adım daha ileri gidip, o zamanlarda yaşamak, “daha erken doğmuş olmak” istiyor.
“Bir daha asla o tınılara ulaşılamaz” kanısı, salgın bir hastalık gibi dört bir yanımızı sarmış. Birçoğumuz böyle düşünüyor, ya da düşünmek istiyor.
Popüler müzikleri eleştirmek, yeraltından ilerleyen derin bir kültür olması gerekirken, popüler kültürün en önemli parçalarından biri haline gelmiş.
Kolaya kaçmak deyiminin gerçek anlamı bu olsa gerek. İnsanlık yıllar geçtikçe her alanda ilerlerken, müzik konusunda sürekli gerilediğimizi ve gerileyeceğimizi düşünmek pek de doğru bir bakış açısı olmaz. Ulaşabileceğimiz daha üst noktalar, müziği götürebileceğimiz daha iyi yerler varken, sanki her şey bitmiş, bir tıkanma noktasına ulaşmışız gibi tembelliği seçiyoruz.
Peki, müziği daha yukarı taşımanın, yeni bir çağ yaratmanın, değişimin yolu nedir?
Yeni müzik akımları asla popüler sanatçıların veya zengin prodüktörlerin elinden çıkmaz. Bu insanlar sadece kendilerinden istenileni verir, fazlasını değil ve kimse onları suçlayamaz. Geleceğin müziği, ara bir sokakta sadece derdini anlatmaya çalışan bir kişi tarafından yaratılacak belki de. Ya da teknoloji çağında, kimsenin uğramadığı bir “Myspace” sayfasında. Bunu anlamak için eskilere bir göz atmak yeterli. Hani şu “efsane” olanlar. Efsane nedir, kimlere efsane denir diye soranlar içinse, benim tanımım, “değişim yaratan” olur. Müzik dünyası bunu yapanlarla doludur, en azından öyle gözükür çünkü “efsane” olmayanlar yıllar içinde solup gitmiştir. Değişim yaratanların çok büyük bir bölümü yaptıkları işi popüler olmak için yapmamıştır. Sadece içlerinden geleni çalmışlar, en üste bu şekilde ulaşmışlardır.
Hendrix şu an yaşıyor olsa izbe bir bar köşesinde sürünüyor olurdu. Cobain hırkasıyla sokakta oturmuş çalıp söylüyor, Morrison evinde kısa şiirler yazıyor, Lennon ise sadece istediği dünyayı düşlüyor… Yani bu insanların derdi, birer ikon olmak ya da zenginleşmek değildi. Sadece dertlerini, sorunlarını, mutluluklarını, inançlarını anlatmaya çalışmışlardı, o kadar.
Peki ya günümüzün efsaneleri? Aslında buradalar, sadece henüz isimlerini duymadık.
Konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm kısa bir hikâye, Joshua Bell adında bir keman virtüözünün başından geçiyor. Kısaca özetlemek gerekirse; Bell, Washington D.C. metrosunda, 45 dakika boyunca altı adet Bach eseri çalar. Elde ettiği hâsılat sadece 32 dolardır ve bunun 20 dolarını çalışını çok beğenen tek bir kişi verir. İlginç nokta şudur ki, Bell’in iki gün önce Boston’da yapılan konserinde ortalama bir bilet 100 dolardır. Ayrıca elindeki kemanın, değeri milyon dolarlarla ifade edilebilen bir Stradivarius olduğunu da eklemek gerek.
Peki, bu hikâye neden konuyla ilgili, ya da önemli? Aslında cevap basit; bu hikâye, yanı başında olanları görmeyen bir toplumla ilgili.
Bu yazıyı sonuna kadar sıkılmadan okuyabilen bir kişinin bu düşünceyi sevebileceğini düşündüm. Bize düşen sadece yanı başımızda çalan Stradivarius’ları duymaya çalışmak, fazlası değil. Sadece bir dahaki sefere onlara kulağımızı verelim. Dünya müzikle dolu ve hep öyle kalacak, onu bulup çıkarmak ise bizim, yani dinleyicilerin görevi.
Tabi bütün bunları bir saçmalık olarak düşünebilirsiniz ki size gerçekten hak veririm. O zaman tek yapmanız gereken mavi hapı alıp, bu yazı hiç yazılmamış gibi davranmak. Kırmızı hapı almak isteyenlerin ise, geç doğduklarını düşünmekten vazgeçip, güzel olan bir gelecek hayal etmeleri, hatta bir adım daha ileri gidip, kendilerinden daha erken doğanlar için üzülmeleri gerekiyor.