Seni zerre kadar sevmiyorum! Zerre kadar umurumda değilsin! Bu söylediklerinin benim gözümde zerre kadar önemi yok! Zerre kadar aklın yok! Zerre… Bence hırçın tutumların, öfke yüklü cümlelerin içine bir tutam serpiştirilir bu sözcükten. Memnuniyetsizliği karşı tarafa aksetme amacıyla atmış desibelin üstüne çıkan ses, kaşlarda çatıklık ve gözlerde büyümeyle karıştırılarak karışım iyice koyulaşana kadar yüksek ateşte pişirilmelidir. Kıvamın tam olarak tutması için mutlaka karşı tarafın gözlerinin içine bakılmalıdır. İşte bence bu acı bir pastanın tarifi ama hemen bir hatırlatma yapayım: Zerre kelimesi bu tür pastaların olmazsa olmazıdır. Mutlaka pastanızın üzerini zerre sözcüğü ile süsleyerek servis ediniz. Afiyet Olsun.
Pardon, pastanın tadını merak mı ediyorsunuz? Dili çölleştirecek kadar tesirli, gözleri bulutları kıskandıracak derecede dolduracak kadar maharetli, tüyleri dimdik ve tek sıra halinde bekletecek kadar diktatör… Tarif bence kusursuz ancak pratikte bu pastada beni tatmin etmeyen bir şey var. Zerre sözcüğü… Efendim, bence bu sözcüğü hak etmediği kadar
basitleştiriyoruz. “Edebiyatın temelinde kelimeler yatar ve bu kelimeleri ekonomik kullanmak gerekir“ derdi Türkçe öğretmenim ancak biz, sanırım ekonomik kullanmayı cimrilik olarak algılamışız. Değersizliği tarif etmek için küçük parçalara sığınmak da neyin nesi? Bence zerreleri küçümsemeyi bir tarafa bırakalım, onlara koca koca ayakkabılar giydirip devleştirmek gerekiyor. Bir sanat galerisinde eserlerini inceleme fırsatı bulduğum sanatçı Gabriele Picco da benim gibi düşünmüş olacak ki sergisinde toz parçalarını birleştirerek onlardan bir bütün yarattığını gördüm. Sanatçı bir bakıma toz parçalarını tuvaller üzerinde devleştirmiş. Öyle ki hayata toz parçalarını görebilmek adına zaman zaman büyüteçle ve saydamlıkla bakıyor olmak ressam Picco ile aramda mücerret bir bağ oluşturdu. Hem de milyonlarca zerrenin birleşmesi ile oluşan kilometrelere rağmen…
Ressam Picco, tablolarında çeşitli evlerin elektrikli süpürgelerden topladığı toz parçacıklarıyla minimal bir dalga oluşturmuş. Tabloya her bakışımda o dalganın içinde farklı bir benle karşılaştım. İlk bakışımda tek başıma ve kontrolsüzce kara bir deliğe doğru sürüklendiğimi hissettim. Her yer siyahtı. Toz parçalarından yapılmış bir kapanın içine hapsoldum ve sanırım bu gezegenden silinip gitmenin vehmine kapıldım. Zerreler nasıl olurdu da beni bu denli korkuturdu? Tekrar baktım. Bakış o bakış, yurt hayatına alışmaya çalıştığım şu günlerden kaçıverdim. Evimdeyim. Camın kenarındaki yatağıma uzandım. Pencere pervazında biri henüz açmış iki mor menekşe benimle beraber uçsuz bucaksız gökyüzünü izliyor. Annemin ve babamın yan odada uyuduğunu bildiğim için dünyanın en gamsız insanı benim. Kendimi de ilk defa karanlığın beni korkutamayacağını düşünecek kadar güçlü hissediyorum. Her yer sıcak. Sanırım huzur da işte o sıcaklığı her bir zerremde hissedebilmemde saklı. Biraz dinlendim. Sonra ne mi yaptım? Tabloyu tekrar odak noktama koydum. Bu sefer göz kapaklarımı memleket esintilerine açtım. Meğer kar tanelerindeki dinginliği yaz günlerinde o kadar çok özlemişim ki bir zamanlar her gece yürüdüğüm okul
dönüş yolları hatırıma geldi. Yolda ağır ağır adımlar attım. Bu sefer gece parlıyordu. Şu beyaz zerreler yer çekimiyle yaptığı savaştan yenik çıkıyor, birleşerek hatta devleşerek Erzurum’un buzdan asfaltlarını süslüyordu. Sokak lambalarını da unutmamak gerekir. Tüm günü kendilerini ben niye varım diye sorgulamakla geçirmişler, akşam olunca ise toz parçalarını aydınlatabilmenin sağladığı memnuniyetle geleni geçeni selamlıyorlar.
Bütün bu hissettiklerim bir yana tabloda toz parçaları sayesinde oluşan bütünlük bana zamanı, zamanın hiçbir engele takılmadan ilerleyişini hatırlattı. Zaman nasıl mı geçiyor? Mutlaka arkasında zerreler bırakarak… Bir ev düşündüm, içine uzun zamandır girilmemiş; bir kitap düşündüm, yıllar geçmiş ancak kimse kapağına dokunmamış. Bu gibi durumlarda kalın toz tabakaları nesnelerin üzerini çarşaf gibi sarmış olur. Tıpkı babaannemin yaşlandıktan sonra ayrılmak zorunda kaldığı Narman’daki evinde olduğu gibi… Yıllar sonra evin kapısını açtığımızda bizi selamlayan tozlu vitrinler, kütüphaneler ve çekmecelerden başkası değildi. Zaman ilerledikçe aslında o çok küçük olarak bilinen toz parçaları birleşiyor hatta devleşiyor. Ben ise zerrelerin zaman kavramıyla yaptığı iş birliğine şapka çıkarıyorum.
Sanıyorum ki zerreler yalnızca geçen zamanın iş birlikçileri değiller. Konu, kişilere ve anılara geldiğinde de zerreler işlevsel. Öyle ki Gabriele Picco, yapıtlarında tüm dünyayı süpürmek isteyen annesini anmış ve nitekim ben de yazı yazdığım şu dakikalarda kilometrelerce uzağımdaki annemi ve onun tozlara karşı verdiği savaşı yâd ediyorum. Ona bir elektrikli süpürge verin, tüm dünya pirüpak olsun. Elektrikli süpürgelerin içine sıkıştırdığı her bir toz parçası hem evimizdeki düzeni hem de hareketliliği ve dağınıklığı simgeliyor. Belki de yaşıyor olmak yahut var olmak biraz ayaklarımızın altındaki toz parçaları, biraz yere düşen kraker kırıntıları ve biraz da sildiğimiz satırlardan geriye kalan silgi parçacıklarıdır.
Yürüdüğümüz yoldan kullandığımız silgiye hatta yediğimiz yemeğe kadar hayatımızın her anında yanımızda olan ve hatıralarımızı biz yokken sarıp sarmalayan bekçiler zerrelerken
onları acı pastaların üzerine serpiştirmek ne derece akıl kârı bir eylem olabilir ki? Bence biz zerreleri acı pastalara serpiştirmek yerine onları sahip olduğumuz tohumları yeşertmek için kullandığımızda her pasta dilimi lezzet kazanır. O halde diliyorum ki güzelliği küçük detaylarda gördüğümüz her günü zerreler kadar aklımızla, zerreler kadar çok sevelim ve her şey zerreler kadar afiyet olsun!
Kaynakça
Picco, Gabriele. 2013. 2 Ekim 2019. <http://gabrielepicco.com/works/dust-paintings/>.
Picco, Gabriele. Dust Paintings. 2013. Francesca Minini Galerisi. Milano.