Muğlaklığı ve esnek içeriğinden ötürü bir hayli yoğun şekilde meşruiyet kaynağı olarak görülen “kaygı”, Orta Doğu’da birçok iktidarın şu ana kadar benimsemiş olduğu ve devlet mekanizmasına enjekte ettiği kavramlardan biridir. İsrail’in Hasbara’sından Suriye’de ordudan daha söz sahibi olan Muhaberat’a veya Irak’ta Saddam döneminde kol gezen istihbarata bakılacak olursa temelde, bir mekanizmadan ziyade bir alan olarak devletin bekasına ve en etkili unsurunun mutluluğuna halel getirecek bir “kaygı”nın yer aldığı görülebilir.
Nitekim bu kaygı durumu globalleşen dünyada devlet dışı aktörlerin, terör örgütlerinin yaygınlaşmasıyla daha da keskin bir hal almış, adeta bu kaygı uğruna insanlar, inandıkları değerlerin aksine kaygılarının dinmesi adına ehven-i şer eksenler oluşturmuş, siyaset sahnesinin yeniden yoruma tabi tutulmaksızın eski oyuncuları olmaya devam etmişlerdir. Gramsci’den alıntıyla bu durum “eskinin öldüğü ancak yeninin neşet etmediği bir geçiş dönemi”dir.
Şükürler olsun ki incelenmesi gereken bir vakıa olarak Türkiye, ilk başta bahsettiğim bir muhaberat rejimiyle yönetilmiyor ancak özellikle Müslüman ve muhafazakar cenahın sıkıntılarının başında bu “kaygı” unsurunu görebilmek mümkün. Referans aldıkları tek yer olan İslam’ı toplumda diri tutmak yani, eski olanı sürekli yeniliğe yedirip, evrensel kılmak uğruna bir çaba taşıyan Türkiye’deki Müslümanlar, haliyle bu keskinleşen dünya siyaset sahnesinde büyük bir kavgaya dahil olmaktadırlar. Bu doğrultuda, iktidara ve devlet erkine karşı algıları da şekillenmektedir.
Bu kavganın en önemli zaferi olarak on yıldan daha fazla bir süredir iktidarda olan AK Parti, bir alan olarak devlette Müslüman ve muhafazakar camiaya alan yaratmış ve kimliklerini artık daha net şekilde belli etme imkanı tanımıştır. Ekonomide muhafazakar iş adamlarının artış gösteren aktiviteleri, eğitimde başörtüsü serbestliği ve orduda vesayetçi mantığın silinmesi gibi hususlar başta Gülen cemaati olmak üzere bir çok İslami oluşumun adeta altın çağını yaşamasına vesile olmuştur.
Böylesine önü açılan muhafazakar cenahın, bu konumunu korumak adına taşıdığı kaygılar, bu önü açılmadan rahatsız olan her kesimle olan kavganın sürekli büyümesine, globalleşme tehlikesine karşı olarak kimliklerin de daha keskinleşmesine neden olmuştur. Öyle ki, bu cenah, devletin sahip olduğu güç kullanma meşruiyetini Weberci anlayışa hapsetmiş, Hamit Bozarslan’dan alıntılayarak, “nerede ve nasıl müdahale etmesi gerektiğini bilen” anlayıştan gitgide uzaklaşmıştır.
Oysa Müslüman, bu tarz büyük kaygılardan ve getirdiği kavgalardan uzakta olmalı ve mikro bazda çözümleri öncelemelidir. Emevi devrinde zenginlerle fakirler arasında uçurumun arttığı bir dönemin hemen akabinde halife olarak o dönem zekat verecek adamın kalmadığı bir toplumu ortaya çıkaran Ömer bin Abdülaziz’in, kendisine bu işin sırrını soranlara “Allah’la aramızı düzelttik” demesi epey manidardır. Yani çözüm, büyük kavgalarda sıkışıp kalmak değil, kendine ve insana odaklanmaktır. Bu dünya siyaseti açısından epey yeni bir söylem olup, ideolojilerin pençesinden dini kurtarmak demektir.
Nitekim Kasım 2014’te Al Jazeera Türk’e verdiği röportajda “… bu insanlar bambaşka bir geniş dünya içinde kendi Müslümanlığını, kendi Anadoluluğunu inşa etmekte olan insanlar. Bu insanlar hayatta kendine bir kariyer arıyor. Türkiye’deki kısır kavga, sürekli darbe, kapatma, Gülen Cemaati, CHP, HSYK bunlar yeni kuşak için çok sıkıcı ve aptalca bir dünya.” şeklinde Etyen Mahçupyan’ın da bahsettiği üzere, Türkiye’de böyle bir kuşağın varlığı şu an hissediliyor. Bu kuşağın sesine kulak vermek, önemsemek bütün büyük kavgalardan çok daha önemli. Globalleşmenin getirdiği kimlik anlamındaki olumsuzluklara, global olandan sıyrılarak bakan ve daha basit bir siyaset tasavvuru olan bu gençler, Türkiye’nin daha önce hiç karşılaşmadığı türden bir kıymete sahiptir.
Bu gençlerin dediklerinin kulak ardı edilip, “büyükler ne derse o olur” mantığının uygulanması durumunda ise, Gramsci’yi haklı çıkaracak şekilde yeniyi üretmeyen Müslüman/muhafazakar cenah, bu büyük kavgalarda sıkışıp kalacaktır. Bu gittikçe kimlik anlamında keskinleşmeyi getirecek, sonuç olarak da “dünyanın ahiretin tarlası olduğu” hakikati yitirilip gidecektir. Büyük kavgalardan ötürü Müslümanlık turnusoluna tabi tutulan kitleler, dinin ve kul olmanın verdiği izzet-i nefsi göz ardı edip, “ahireti dünyanın tarlası yapacak”, bu da kavram karmaşasına sebebiyet verecektir. Siyasi bir aktör olarak, tekbir getiren Müslümanları IŞİD’in yine tekbir getirerek rasyonel bir tutum içinde öldürmesi, bunun en çarpıcı örneğidir.
Dilerim, kaygı içinde büyük kavgalara koşan ve İslam’ın evrenselliğini tüm ülkeye ve dünyaya anlatamayanlardan ziyade, bunu yeni ve mikro bir siyaset tasavvuruyla yapmaya çalışan bir kuşağa ve yaptıklarına yakından tanık oluruz.