Normalde yazıya Hüseyin Aygün’ün 1 Mayıs’ta paylaştığı fotoğrafı konu edinecektim. Aygün, bizlere Suriye’yi yönetmekte olan şahsın ne kadar iyi bir adam olduğunu işçilerin bayramını kutlamasından anlatmaya ve gerçek diktatörün de Erdoğan olduğunu Taksim’i 1 Mayıs’ta kapatmasıyla göstermeye çalışmıştı. Çabasına hayran kalmamak mümkün değil keza, 5 sene önce yayınlanmış fotoğraftan Beşar Esad’ın hep öylesine iyimser kalacağını tahmin etmeye çalışmış. Pek başarılı olamadı ama sağlık olsun, neyse.
Gelelim asıl mevzuya. Aygün’ün paylaştığı bu fotoğraftan sonra artık şunun son raddeye vardığını gördüm: İç siyasette AK Parti karşıtlarının çoğu, Suriye’yle alakalı da yine karşıt çizgiyi ne pahasına olursa olsun, izlemek istediklerini göstermeye çalışıyor. Elbette bundan kastım, AK Parti’nin izlediği dış politikayı sadece eleştirmek istemeleri değil. Bu göze batan kitle daha çok belirli argümanlar etrafına saplanıp kalmış bir “uzmanlar” güruhuna benziyor. Benim gibi bıyığı terlememiş bir Orta Doğu meraklısı için bile içi boş bir şekilde sürekli bir takım savlar öne sürüyorlar. Ancak bir tanesi var ki, bu cengâver arkadaşlarımız için can simidi niteliğinde:
AK Parti / Recep Tayyip Erdoğan Suriye’de mezhepçi bir politika izliyor!!
Erdoğan’ın izlediği politikaya mezhepçi demelerinin sebebi, destek verilen muhaliflerin çoğunun Sünni olması. Bunun üstüne, AK Parti’yi Alevilere karşı izlediği politikadan yol çıkarak Suriye’de yönetimi elde bulunduran Nusayrilere de aynı mantıkla bir politika izlediğini suçlayanlar ise tam bir fecaat. Yine de mantık ve tarihsel bilgi çerçevesinde bu meseleyi çözmek mümkün:
1- Mezhepçilik yapan bir politikacının, mezhep gibi bağlayıcı bir hususta, yakın coğrafyada da (hele ki Orta Doğu gibi bir yerden söz ediyorsak) aynı mezhepçiliği göstermesi beklenir. Yani, kendisinin desteklediği veya işbirliği yaptığı unsurlara karşı diğer yakın ülkelerde de aynı tavrı göstermesi beklenir. Oysa Erdoğan’ın izlediği Suriye politikasındaki sözde mezhepçi tavır, Sünni bir Müslüman olan hatta dindar bir insan olan Mısır’ın darbeci komutanı Abdülfettah El Sisi’de neden olmamaktadır? Ya da Libya’da hunharca öldürülmesi her şeye rağmen tasvip edilemeyecek Sünni bir lider Muammer Kaddafi’ye hiçbir zaman neden ortaya çıkmadı? Üstüne, Sünniliğin radikal bir yorumu* olan Vahhabiliği resmi ideoloji olarak benimsemiş olan Suudi Arabistan’la da gerek Suriye’de gerek Mısır’da gerek Körfez’de ayrı düşecek şekilde bir politika yürütmesi, her şeye rağmen mezhepçiliği gösterir mi?
2- Son zamanlarda Irak’ta Maliki önderliğindeki Şii hükümetiyle ve daha reformcu bir zihne sahip olduğu düşünülen Cumhurbaşkanı Ruhani sayesinde İran’la da olumlu seyreden gelişmeler mevcut. Nedense buna rağmen, AK Parti mezhepçi politikasını sürdürmeye çalışıyor deniliyor her seferde.
3- Türkiye Alevilerinin Nusayrilerle, kendilerine “Alevi” denmesini istemeleri haricinde hiçbir bağı yoktur. İbadetleri, dini anlayışları, ritüelleri vs. ciddi fark arz etmektedir. Nusayrilik daha çok Şiiliğin çoğu Şii âlimce “sapkın” kabul edilen bir kolu kabul edilmektedir. Türkiye’de yaşanan Alevilik ise, Şii 12 İmam gibi çeşitli unsurları barındırmasına rağmen Şiiliğin bir kolu kabul edilmemektedir. Sonuç olarak, birbirleriyle alakasız bu iki oluşumun & inancın, Türkiye’nin iç politikasını, dolayısıyla dış politikasını da etkileme imkânı yoktur.
4- Ortada eğer mezhepsel bir taraflaşma söz konusuysa, bir savaşın & sıcak çatışmanın varlığını kabul etmek gerekir. Halbuki ortada “dini” anlamda bir savaş yoktur. Hiçbir Müslüman Orta Doğu coğrafyasında kendi mezhebinden olmadığından dolayı bir diğer Müslümana silah doğrultmamaktadır. Yaşanan çatışmalar, tamamen mezheplerin aldığı “siyasi” destekle alakalıdır. Günümüzde siyasi kaynaklı olan bu çatışmaların “dini” olmadığını tarihten bir çok Sünni & Şii alimin çeşitli konularda uzlaşmasından örneklerle göstermek mümkün. Ne zaman günümüz konjonktüründe devletler ortaya çıktı, mezhepler işte o zaman siyasi anlamda çatışmaya başladı. Bunun adına ne denir bilinmez kavram olarak ama, “mezhepçilik” olmadığı kesindir.
5- 3. ve 4. Maddelerden yola çıkarak şu sonuca varmak saçma olur: “İran, her şeye rağmen Şiiliğin bir kolu kabul edilen Nusayrileri destekliyor, ortada dini bir savaş da mevcut!”. İran’ın Suriye’ye desteği dini değil tamamen siyasidir. Siyasi olduğu o kadar bellidir ki, “Arap Milliyetçisi-Sosyalist-Seküler” düşünce yapısına sahip Baas rejimini İran, devlet olarak karşıt olduğu bütün düşüncelerle hemhal olduğu halde kesintisiz desteklemektedir. Sonuç olarak bir taraf mezhep kayırmacılığı yapmıyorsa, öbür taraf da (Türkiye yani) hâlihazırda bunu gerçekleştiremez.
6- Erdoğan’ı ikiyüzlülükle suçlayıp Esad’la Arap Baharı’na kadar olan sürede iyi ilişkilerini gözlere sokanlar, aynı zamanda kendisinin mezhepçilik yaptığını ön plana sürüyorlar. Uzun süre boyunca ortaya çıkmamış olan mezhepçi hissiyatlar neden durduk yere şimdi çıkmıştır? Üstelik Esad’ın kendisine defaatle reform yapması, halkına silah sıkmaması yönünde tavsiyeler verilmiş olmasını da göz ardı etmemek gerek.
7- Suriye halkının %75’i Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır ve bu Sünni Müslümanların neredeyse tamamı, yıllar boyu Baas rejimi altında acı çekmiştir. Haliyle, Esad ailesine başkaldırma durumu olduğunda ilk olarak atağa geçenler de çoğunlukla Sünni Müslümanlar olmuştur. Mezhepçilik politikası söz konusu olsaydı, Türkiye burayı kendisi gibi Sünni bir Müslüman ülke olması için ayaklandırmaya çalışır, mevzu baştan hallolabilirdi. Lakin, Sünni Müslümanların burada mazlum pozisyonda olmaları, kendilerine destek verilmiş olmasının asıl sebebidir. Bir diğer deyişle, asıl sebep olarak muhalifler Sünni olduğu için destek verme gibi bir durum değil, mazlum oluşlarından onlara destek verme gibi bir durum söz konusudur ve bu destek verilenlerin Sünni olmaları da, kimliklerinin herhangi bir parçasıdır. Bu durum, Suriye’nin demografik yapısıyla alakalıdır.
8- Bu “mezhepçi politika izleniyor!” argümanını ortaya atan ilk şahsiyetler de ABD’den Morton Abromowitz ve Eric Edelman’dır (bu iki şahıs da ülkelerinde Türkiye Uzmanı olarak bilinmektedir, Edelman’ın Türkiye Büyükelçiliği yapmışlığı da vardır). Lakin bu iki şahsın da Cumhuriyetçi kanattan, adeta yeminli iki AK Parti karşıtı olduğu da bilinmektedir, objektiflikleri tartışmalıdır.
Tüm bunlara rağmen şunları dememek de meseleyi tek taraflı bakıp, gerçekleri görmemek demektir:
– Türkiye, Suriye’de izlediği politika hatalarla doludur. En başta, diplomatik anlamda yetersizliğimiz, bundan daha iyisi olabilecekken bu kadar düşük seviyede kalan sınır güvenliğimiz bu “hatalı” kısmı belli eden hususlardır.
– Türkiye, Suriye’de çok çabuk taraf seçip Esad’ın gitmiş olma senaryosuna fazla bel bağlamıştır. Muhalif unsurlara daim desteği sağlayacak girişimlerde de yeterince bulunamamıştır.
– Türkiye, yeni yeni kendisinin belirlemeye çalıştığı bir Orta Doğu politikasında amiyane tabirle fazla gaza gelmiş, yanı başındaki bu politik şoka, sakin ve itidalli bir cevap verememiştir.
– Türkiye, Suriye’de dengeleri tam olarak hesap edememiş, yıllar boyu “PKK’yı barındıran” ülke olarak gördüğü Suriye’ye yönelik adamakıllı sayıda ne uzman, ne diplomat ne de gazeteci yetiştirebilmiştir. Son zamanlarda Suriye konusunda mesleğinin hakkını veren insanlarla karşılaşıyor olsak da, maalesef bu yetersizliği ve bu yetersizlikten doğan kötü politika açığını kapatmıyor.
Dilerim, bu dediklerim Suriye’yle ilgili haberleri sadece kendi çerçevesinden okumaya çalışan & başka görüşlerden uzak duran özellikle genç arkadaşlarımıza ufuk açıcı olur. Çünkü gençliğin dinamizmi, dış politikayı iç politikadan okumak gibi beter bir şekilde katledilemeyecek kadar değerlidir.
* Vahhabilik, Sünnilik’te (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e mensubiyet içinde) geleneklere en kökten şekilde bağlı, dine getirilen çoğu yeniliği bid’at sayan, akılla kıyasa neredeyse hiç bir şekilde başvurmayan bir akımdır. İslamofobi’yi körükleyen çoğu uygulamalar, bu akımdan kaynaklanmaktadır.