Şu sıralar canı epeyce sıkkın bir siyasetçi var memlekette. Geceleri uykuları kaçan, asabı bozulan, kendi siyasi kariyeri ile bağlı bulunduğu siyasi oluşumun refleksleri arasında sıkışıp kalan, sonunda boynunu büküp “önderliğin” dediğini yapmak zorunda kalan bir siyasetçi… Kendi çabasıyla kazandığı sempatinin avuçlarının içinden kayıp gittiğini çaresizce izlemek zorunda kalan bir siyasetçi…
Selahattin Demirtaş…
Oysa tadını almaya başlamıştı yükselişin…
Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci boyunca bir yıldız gibi parlamıştı. Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vermeyen muhalif kitleler için adeta bir umut olmuş, bağlı bulunduğu Kürt hareketinin kıyısından köşesinden geçmemiş kesimlerin oyunu almayı başarmıştı.
“Yeni ana muhalefet biz olacağız” demişti Demirtaş 10 Ağustos gecesi. Zira artık yelpazesini genişletmenin, HDP çizgisinin dışına çıkmanın gerekliliğini anlamıştı. Üstelik arkasına bir rüzgar da almıştı. Eğer bu sempatiyi korumayı başarır, “Türkiyeci” tutumunu devam ettirirse geleceği parlak gözüküyordu.
Lakin öyle olmadı. Duvara tosladı Demirtaş.
Kobani gösterileri, nasıl sonuçlanacağı merak konusu olan ve günden güne daha çok gerilen “Çözüm Süreci” yazın birbirleriyle yakınlaşan sosyal demokratlar ile Kürt hareketi mensuplarını yeniden birbirlerinden uzaklaştırdı. Bu bağlamda Demirtaş’ın yaşadığı rahatsızlığı anlamak için aslında çok derin bir gözlem yapmaya gerek yok. Demirtaş kaygılı gözleriyle, konuşurken ele verdiği huzursuzluğuyla kendisini ele veriyor.
HDP Kobani için halkı sokağa çağırdığı zaman, akabinde ölümler peşi sıra geldiğinde mikrafonların karşısına geçti Demirtaş. “Bayrak yakanlar, büstleri yıkanlar bizden değildir, bunlar provakasyon!” dedi… Demirtaş tipik kurtarma açıklamaları yapıyordu.
Gerçek duyguları ise şunlar olmalıydı: “Bir fırsat yakalamış, arkamıza bir rüzgar almışız. Ege’den, Marmara’dan oylar alıyoruz. Gözümüzü ana muhalefete dikmişiz. Şimdi ne gerek vardı tüm bunlara? Yakıp yıkmaya, kan dökmeye, silaha sarılmaya… Tüm bunlar bize yaklaşan kitleleri bizden uzaklaştırmaktan başka neye yarayacak? “
Aslında şaşırmamak lazım…
Kendi siyasi iradelerini başkalarının iradelerine bağlayanların, başkalarının işaretleri doğrultusunda kararlarını alanların ortak kaderidir bu. İster genel başkan, ana muhalefet lideri, ister başbakan olun… Eğer tabanınızı ve programınızı siz değil “önderlik” idare ediyorsa; siz sadece birilerinin çağrısını, direktiflerini yerine getirmekle görevliyseniz işte o zaman ne sızlanmaya hakkınız olur ne de kızmaya.
Başınızı eğip, usul usul yürürsünüz…
Bol bol Gezi güzellemeleri yapıp; Berkin’e, Ali İsmail’e selam çakıp, şakalar espriler envai çeşit şirinlikler yapıp ardından elinize kağıdı kalemi alıp İmralı’nın yolunu tutarsanız, Öcalan’ın direktiflerini bir partinin hatta bir halkın iradesi olarak telakki ederseniz gün gelir kendi yolunuzu çizmek istediğiniz zaman önünüze engeller sıralanır. Siz farklı sözler söylemek isteseniz de elinize söyleyeceğiniz kelimeler tutuşturulur.
Şimdi Demirtaş’ın önünde iki farklı yol var;
Ya Öcalan’ın mesajlarını harfiyen uygulamaya devam edip, kontrol altında bir “genel başkan” olarak siyasi hayatını sürdürecek. Ya da risk alıp, inandığını yaparak yeni bir yolculuğa çıkacak. Zira Demirtaş’ın artık HDP’ye fazla geldiğini görmek çok kolay. Üstüne üstlük kendisi de bunun farkında.
Bence iyi düşünmeli;
Belki ikinci ihtimalde linç edilecek, afaroz edilecek, kendi partisi ve HDP tabanının gazabına uğrayacak ama hiç değilse çok daha onurlu bir hikayeye sahip olacak.
Zaten güzel hikayeleriniz yoksa siyaset yapmanın ne anlamı var ki?
Fahrettin Ömer Uyar
Hangi siyasi partiye sempati duyduğunu ve seçim zamanu hangi partiden yana tercihini kullandığını bilmiyorum ama son satırlarında tarif ettiğin siyasetçi profiline uygun bir siyasetçi var mı Türkiye’de? Varsa bizimle paylaşır mısın?